img { max-width: 560px; width: expression(this.width > 560 ? 560: true); }

29 Mayıs 2010 Cumartesi

Madrid'de bir Final

Aslnda Madrid'e geleli bir kaç gün olmuş olmasına rağmen, final havasına ancak Final maçı için hazırlanan panayır alanına gelince girebildik. UEFA'nın bir tür üniversite şenlik alanı gibi hazırladığı alanda muhtelif aktiviteler, etkinlikler ve çeşitli tanıtımlar mevcut. Ama en önemlisi tabi taraftarların bir araya gelmesi ve kaynaşması. Almanlar ve İtalyanlar'ın yanı sıra İspanyol'lar ve tabii ki biz Türk'ler gibi başka milletten insanlarla beraber gayet eğlenceli bir ortam oluşmuş oldu. En ufak bir gerginlik olmadığı gibi (zaten Bayern ve Inter arasında geçmişten gelen bir husumette yok) herkes günün tadını çıkartmaya baktı..




Panayır'da özellikle UEFA Champions Leauge Müzesi benim en çok ilgimi çeken yerdi diyebilirim. Geçmişteki her final maçından bir hatıra (bazen bir top bazen de o günkü kalecinin eldiveni), değişik takımların imzalı formaları (aşağıdaki resimde Beşiktaş formasını görebilirsiniz, üstündeki imzada İbrahim Üzülmez'e ait bu arada, diğer takımlarımızın formalarını ise göremedik malesef), geçmiş kupa finallerinden değişik bilgiler görüntüler ve bir sürü değişik görseller mevcut.. Manchester'in Bayern'i son iki dakikada attığı gollerle yenmesi, İstanbul'da Liverpool'un efsanevi geri dönüşü ve Zidan'ın Leverkusen'e attığı unutulmaz vole gibi anlara müzede ayrıca yerler ayrılmış.. Bunların dışında tüm futbolcular tarafından imzalanmış efsanevi Nottingham Forest forması da benim ayrıca ilgimi çekenler objelerden biriydi müzede.



Müzenin hemen yanında kurulan çadırdaki 25 dakikalık şampiyonlar ligi belgeseli de ayrıca çok güzeldi.. Belgesel'in finalini yine Manchester-Bayern finaliyle yapmışlar.. Tamam, bu final maçı şampiyonlar ligi tarihinin en önemli maçıydı belki ama bu kadar da Bayern'li taraftarlara hatırlatılmaz ki, adamlara da yazık günah.. Nereye baksalar 213 saniyede giden şampiyonluklarını görüyorlar...


Biz panayır alayında dolaşıp bol bol hatıra fotoğrafları çekip etkinliklere katılıyoruz.. O sıra bilgi yarışması ilgimizi çekiyor, hemen sıraya giriyoruz. Yarışma basit, ikişer kişi sırayla geliyor, sunucu bir soru soruyor, önce buttona basan cevap veriyor bilirse şapka kazanıyor bilemezse cevap hakkı diğer yarışmacıya geçiyor. Biz de bizim biraderle karşılıklı yarıştık, bize kolay bir soru geldi. "2009 yılı CL şampiyonu olan takımı kim çalıştırıyordu ?" sorusunu duyar duymaz ben hemen önümdeki kırmızı buttona asıldım tabi.. Ama bi baktım bizim birader çoktan buttona basmış önünde kırmızı ışık yanıp sönüyor, bizimki de "cevap c şıkkı, Pep Guardiola" diyor bana doğru sırıtaraktan.. Bir dahaki final maçında bu işin rövanşını alacaz tabiki.. (Şapkaya abi olarak el koyduk o ayrı :) )



Panayır alayı güzel ama artık iyice yaklaşan maç saatinin de etkisiyle stad çevresindeki atmosferi solumak için stada doğru yol alıyoruz.. Stada gelmeden daha şehrin her yerinde maç havasını hissedebiliyoruz, her iki takımın taraftarlarını her yerde görmek mümkün.. Sokakta, restorantta, cafelerde ve metrolarda.. Metrolarda özellikle bol bol tezahürat yapan taraftarlar görmek mümkün.. Karşılıklı tazahüratlarda var ama gerginlik yok tabi, her iki kulüp taraftarları içi ice ve herkes eğleniyor..



Stad etrafında ise her iki takım taraftarları kırmızı ve mavi ağırlıklı bir kalabalık oluşturuyorlar.. Etrafta tezahürat yapan gruplar, stada girmeye çalışan insanlar, "Mourinho bizi bırakma" diyen İtalyanlar karşılaştığımız değişik manzaralardan bir kaç tanesi..


Ve tabi Türkler olarak, her yerde var olduğumuzu bizler de gösteriyoruz :)

Hummalı bir arayış sonunda 46 no'lu giriş kapımızı buluyor ve sonunda stada giriyoruz... Hüseyin Avni Aker Stadyumunun nacizane atmosferine alışık birisi olarak tabi ilk başta Santiago Barnebau stadının heybeti karşısında insan ne tepki vereceğini şaşırıyor.. Stad ilk başlarda henüz boş, birazdan dolacak, yaklaşık 100 bin kişi dolacak bu stada.. Müthiş bir görüntü, müthiş bir duygu. Stadın heybeti ve devasalığının yanı sıra, modernliği, giriş-çıkış konforu ve TV yayını da yapan skorboard gibi teknolojık detaylar ayrıca etkileyici.. UEFA 2016 olmamasına rağmen, vaadedilen stadların kesinlikle Türkiye'de yapılması şart, en az 10 tane değişik büyüklükte modern stad yapılması şart, o zaman Türkiye'de Futbol daha güzel olur, küfür azalır maça gelen insan sayısı artar vs. Kıskandım yani adamların stadlarını, işin Türkçesi bu...



Staddaki yerimizi de alıyoruz.. Deniz tarafındaki tribün diycem ama Madrid'de Deniz olmadığı için hangi taraf olduğunu bilmediğim tribünün en üstüne çıkıyoruz, koltuğumuzu buluyoruz.. Bir bakıyoruz yanımızda bizden başka da 8-10 tane daha Türk var. Genelde Galatasaray forması giymişler, bir tanesi Karşıyaka forması giymişti. Sanırım biletler verilirken Türkleri bilerek yanyana koymuşlar, oysa bilmiyorlarki biz yanyana gelmesi tehlikeli bir milletiz.. Yani biraz daha Türk olsa, stadda "Hamit Gol Gol Gol !!! " tezahüratı duyulabilirdi..  




Maç saati yaklaştıktça stad dolmaya başlıyor tabi... Görüntü müthiş, tüyleri diken diken edici.. Bir İtalyan spiker İtalyan taraftarların arasında, bir Alman spiker de Alman taraftarlar arasında maç başlayana kadar sırayla tarafları çoşturuyordular.. 

Ve maç saati gelince de seromoni başladı.. Önce hazırlanan kısa bir İspanyol bir gösteri sunuldu.. Daha sonra kadrolar okunurken her iki takımda tribün kareografilerini sergilediler.. Inter büyük bayraklarını açarken biraz sıkıntı yaşasalarda (ve toplarken de bayrak yırtıldı), kareografileri daha iyiydi diyebilirim, daha organizeydiler...

Her ne kadar Bayern son 10 yılda oynadığı 3. final olsa da Inter camia olarak daha tecrübeli ve olayı benimsemiş bir görüntü çizdi diyebiliriz..



Veee beklenen an geldi ve maç başladı.. Maça teknik olarak fazla girmiycem, sadece Mourinho yapması gerekenleri yaptı ve "usta" sı Van Gaal'i yenmeyi başardı diyebiliriz, ama Ribery olsa bu kadar kolay olur muydu diye de notumuzu düşeriz..


Maç belki televizyon başındakilere biraz sıkıcı gelmiş olabilir, malum pozisyonu az ve temposuz bir maç oldu. Ama ben stadda gayet keyif aldım. Bu sadece stad atmosferi ve maç ambiyansından kaynaklanan bir keyif değildi benim için. Futbol olarak da doydum diyebilirim.
Inter takımının nasıl takım olarak bir anda daralıp genişlediği, Bayern'e pozisyon vermemek için nasıl bir takım savunması yaptığı çıplak gözle çok daha iyi anlaşılıyor. Inter'li oyuncuların sanki tek bir vücutmuş gibi belli bir uyum içinde hareket etmeleri sanırım Mourinho'nun en büyük başarısı. Aynı şekilde Bayern'in de nasıl takım olarak total futboldan örnekler sergilediğini (daha doğrusu sergilemeye çalıştığını, çünkü Inter pek izin vermedi buna) izlemekte keyifliyfi. Malum tüm takımı ve topsuz pozisyon değişimlerini tv yayınlarında çok rahat göremiyoruz.



Zorlu geçen mücadelenin sonunda çalan son düdük .. Veee Şampiyon Inter... Zaten son dakikalarda kutlamaya başlamışlardı artık Inter'liler ama son düdükle birlikte onlar için dünyadaki tüm dertler bitmişti... Artık hayat onlara güzeldi..

Kupa töreni de ayrıca başarılı oldu diyebilirim. Basın ordusu için bir güvenlik alanı oluşturuldu, ve basının futbolcuların başına yığılması önlenmiş oldu. Böylece futbolcular ve teknik heyetler (ve çocukları vs) doya doya şampiyonluklarını kutladılar, taraftarlarıyla bütünleştiler.. Bence böyle bir kutlama daha güzel oldu.. Bundan sonra uygulanabilir, hatta bugüne kadar kimsenin aklına gelmemesi de ilginç.


Inter'in taraftarlarıyla bütünleşmesi ise ayrıca müthişti.. Futbolcular taraflarına müthiş saygı duyuyorlar ve taraftarlarda bu yılki sezondan dolayı çok mutlular... Mutlu ne kelime, hepsi kendinden geçmiş durumdalar, ben böyle bir mutluluğu hayal dahi edemiyorum.. Etrafımdaki İtalyanlar'a bakıyorum hepsi kendinden geçmiş durumda bağırıp sağa sola koşuyorlar, birbirlerine sarılıyorlar..


Bir ara futbolcular, kupayı getirip tribünün önüne bıraktılar "alin sizin için bu kupa" der gibiydiler.. Italya kupasını aldıklarında da kupayı getirip tribüne vermişlerdi, taraftarlar arasında gezmişti kupa. Çok güzel bir kutlama şekli...



Bu arada alttaki resimde ise bir Inter'lı taraftarın üzerinde eskilerden Emre forması görülüyor :) Emre, Yıldıray'dan sonra şampiyonlar ligi finali görmüş Hamit'le beraber 2. ve 3. Türk olabilirdi ve bizlerde finalde karşılıklı iki Türk'ü izlemiş olabilirdik.. O potansiyeli vardı aslında, ama olmadı...




Kutlamaları da izledikten sonra metroya binip otelimize doğru yola çıktık.. Metroda mahsun Bayern'liler vardı bolca, zira Inter'liler o sıralarda Madrid'in Puerta Del Sol Meydanında kutlamalarına devam etmekteydiler muhtemelen...


Bu finalde böyle geçmiş oldu, seneye Wembley'de sanırım.. Zamanımız ve paramız olursa belki seneye de ordan bildiririz...

27 Mayıs 2010 Perşembe

Madrid Tavsiyeleri

Madrid´le ilgili detayli birseyler yazcam daha sonra ama once Madrid´e gitmek isteyenler icin birkac tavsiye ;


# Ne kadar kalacaksaniz, o kadar gunluk (3 gun, 5 gun) turistik metro karti alin. Metroyu kullanmayi da ogrenin. Ilk basta biraz karisik gibi gelebilir, ama inanin cok basit aslinda.. Ben geldigimin ikinci gunu, baskasina metro´da yol tarif ettim, o derece. Metroyu ogrendikten sonra, Madrid´in isteginiz yerine kolayca gidebilirsiniz. Ulasim probleminiz cozulmus olur boylece, hemde gayet ekonomik. Biz boyle yaptik, tavsiye ederim..



# Tribunal Metrosunda inip, Peurta Del Sol (Gunes Meydani) ´na kadar yuruyun. Ara sokaklara korkmadan dalin, zaten o sokaklar mimarisiyle, hareketiyle, doluluguyla sizi kendinize cekecektir. Ara sokaklardaki, o tikis tikis, kucuk cafe restorantlara girin, hepsinde biraz biseyler atistirin ve icin, hepsinde degisik tadlar bulabilirsiniz. Bu kucucuk yerlere tikisip birseyler yiyip icmek, bir madrid gelenegi gibi.. Adamlar rahat rahat oturup yemek istemiolar illa bir sikisiklik olacak.. Buradaki yemeklerde aslinda biranin yanina yemek icin oylesine kucuk seyler, hicbiri karin doyurmak icin degil.. Zaten karninizi da tam doyurmayin, her zaman bir sonraki cafede yiyecekleriniz icin yer kalsin midenizde..



# Kirmizi ustu acik tur otobusuyle sehir turu atin. Bir biletle tum gun gezebiliyorsunuz, hem her yeri gormus oluyorsunuz, hem de otobus gibi kullanabiliyorsunuz. Istediginiz yerde inip, bir sonraki otobuse tekrar binebilirsiniz. Benim tavsiyem, bu otobuslerle tam bir tur atin, begendiginiz yerleri metro haritanizda isaretleyin, sorna hepsine teker teker metroyla gidin, gezin..



# Ve tabiki yemek.. Her zaman soyledigim birsey vardir, her Turk biraz gurmedir.. Damak tadimiza duskun bir milletiz, o yuzden bizim yurt disinda en cok zorlandigimiz konu her zaman yemek olmustur.. Yemek begenmeyiz kolayca.. Ama yine de, gordugunuz degisik yemekleri denemenizi tavsiye edebilirim.. Benden bir kac tavsiye ;


# Paello. Pirinc pilavi gibi ama icinde degisik bir sos var, ve icinde et ya da deniz urunleri olabiliyor istege gore.. Degisik cesitleri var, ben begendim..



# Tapas. Gitmeden once yaptigimiz arastirmada, ve sordugumuz insanlarda aldigimiz cevap hep, Tapas yiyin oldu. Ben ilk basta bunu bir ana-yemek zannetmistim ama denedigim her tapas birbirinden bambaska seyler cikinca ve hicbiri de karnimizi doyurmayinca, aslinda Tapas denen seyin, biranin yanina yenilen bir cesit zengin meze tabagi oldugunu anladik.. Bir suru farkli cesidi var, ben denediklerimden memnun kaldim, siz de bol bol deneyin.. Madrid´in kucuk kafe´lerinde biranizin ve Tapas´inizin tadini cikartabilirsiniz..



# Mallorquina. Bu da Gunes Meydaninin (Puerta Del Sol) kenarinda, tarihi bir borekci.. Bizim istiklal´deki meshur profiterolcu gibi bir yer.. Girin, bir borek ve kahve icin..


# Parque de Retiro (Retiro Parki) ´da bir gun gecirin. Bizim buyuk sehirlerimizin en buyuk eksikligi bu tip parklar, yani nefes alma alanlari. Ozellikle Istanbul ve Ankara insanin bence cok ihtiyaci var boyle yerlere.. Istanbul´da Ali Sami Yen stadinin yerine alisveris merkezi yapmaktansa (zaten cevahir ve astoria var) stadin orjinal cimleri de korunarak boyle bir park yapilsa fena olmaz hani.. Guvenli, ferah, dinlendirici.. Insanlar gelip piknik yapsalar, spor yapsalar fena mi olurdu ? New York´taki Central Park ya da Londra´daki Hyde Park gibi, biraz daha kucugu tabi..


# Muzikale gidin. Ben gidemedim ama cok guzelmis gibi geldi bana.. Gidin sonra bana anlatin, cok sey kacirmis miyim acab ?

# En az iki muze gezin... Alisveris icin carsi pazara girin.. Sol yakinlarindaki La Latino Metro´da inip haftasonu pazarina dalin..



Iyi eglenceler..

23 Mayıs 2010 Pazar

Sampiyonlar Ligi Final Macindan Ilk Goruntuler..

Bir tarihe daha basariyla taniklik ettik, ilerde torunlara anlatacak bir hikayemiz daha oldu cok sukur.. Mac oncesini, maci ve sonrasini bol fotografli ve detayli olarak yazariz, simdilik sadece bir kac fotograf benim objektifimden tabii...




21 Mayıs 2010 Cuma

Madrid'e yolculuk ve Fenerbahceli Brezilyalilar...

Libya'yi terkedisimizi kutlamak ve mumkunse sampiyonlar ligi final macina, yerinde sahitlik etmek uzere bizim biraderle birlikte Madrid yollarina dustuk. Maksat biraz da torunlara anlatacak bir hikayemiz daha olsun, yoksa baska birsey degil... (bu kadar hikayeden sonra hala torunlarla iliskimizde problem olursa artik yapcak biseyim yok, kendileri bilir)


Neyse konuyu dagitmiyim, ilk hikayemiz hemen yolun basinda kasrisimiza cikti zaten.. Bir baktik Fenerbahce'li Brezilya'lilardan Christian, Dos Santos ve Deivid ile ayni ucakta gidiyoruz.. Onlar business'ta tabi, biz ezik ekonomi'de ama birbirimizi gorebiliyoruz hafif carprazdan.

Ben tabi keyifliyim, gecen hafta kupa finalinde yenmisiz Fener'i iki gun once de lig de sampiyonluktan etmisiz ki ben gayet mutlu bir taraftarim.. Hos Fener'li futbolcular da gayet keyifliydiler, ya pek sallamiyorlardi kacan kupalari, ya tatil modundaydilar ya da hala sampiyon olduklarini saniyor da olabilirler.. Malum, anons olayindan sonra iki dakika kutlama yaptilar ya..

Yolculuk basladiktan sonra tabi ben ufaktan Trabzonspor dergimi cikartip okumaya basladim. Aslinda cikartip Trabzonspor formami giyecektim ama malum ucaktayiz, abartmaya gerek yok dedim. Neyse, ben dergiyi bunlarin gozune sokarak okumaya basladim. Kapakta da iki gun once bunlara golu atan Burak var tesaduf.. Ilk farkeden Dos Santos oldu, bir an goz goze geldik.. Kendisine "nasi yendik" bakisi atarak dergiyi isaret ettim.. Sonra gulustuk, Christian ve Deivid'e gosterdi dergiyi.. Yanlarina gittim, Fenerbahce'nin tercumani Samet'ten hallice olan Portekizcemle kendileriyle biraz muhabbet ettim.. Ben daha cok "todo bem" ve "comesta voce" gibi temel cumleler kurarken onlar benim anlamadigim daha komplike cumleler kurdular.. Sanirim, "Trabzonspor cok buyuk kulupmus", "buyuksun baba" anlaminda birseyler soylemislerdir diye tahmin ediyorum.. Asagidaki resimde, Christian Trabzonspor dergisini incedikten sonra cocuguyla vakit gecirmekte.. (dergi yanda, dikkatli bakinca goruluyor)



Trabzonspor'un buyuklugunu de anlattiktan sonra yerimize gectik.. Futbolcularla ilgili olarak sempatik insanlar olduklarini soyleyebilirim.. Disaridan soguk gozukuyorlardi bana ama gayet kibar ve sicaklar.. Cocuklariyla oynayan, tatil atmsferine girmis herkes gibi neseli insanlar.. Almanya'da yollarimiz ayrildi kendileriyle.. Onlar Brezilya'ya devam ederken biz de Madrid'e dogru yola ciktik...

18 Mayıs 2010 Salı

Sahara Çölü





Şantiyecilikte bir deyim vardır, “Kıçına çöl kumu kaçmayan adamdan şantiyeci olmaz” diye.. Malesef şantiyecilik çok elit yerler olmadığı için böyle hoş olmayan deyimler bolca mevcut... Hatta bu deyimlerle ilgili yazı yazıyım dedim ama baktım seviye çok düşüyor, blog blog’luktan çıkacak, vazgeçtim sonra... Ama yine de bakınız birkaç küçük örnek ;

- Senin Autocad’de yaptığın çizimi ben k.çıma kalem takar çizerim
- Biz satın alma’dan tuvalet kağıdı istedik, adam bize zımpara kağıdı getirdi
- Şantiyecinin parası puldur, karısı duldur




gibi... Neyse, konuyu dağıtmayalım fazla..

Diğerleri gibi bu çöl deyimi de hoş bir deyim olmamakla beraber doğruluk payı yüksektir... Özellikle Rusya’da iş yapan firmalarda sıkça kullanılan bu lafın anlamı daha önceden çöl şartlarında çalışmış adam için Rusya gibi yerlerin çok güzel olduğu ve bu adamlardan dolayısıyla iyi verim alındığıdır. Çünkü çöl görmüş adam için Rusya cennettir. Öte yandan daha önce çöl görmemiş adam Rusya’daki şartları beğenmeyebilir. O yüzden ben de genç şantiyeci arkadaşlara kariyerlerine başlarken 1-2 yıl çöl havası tavsiye edebilirim.. İlk başta bir çöl havası alırlarsa ilerde daha rahat ederler. Ama fazla alışmasınlar, çünkü çöl kumuna alışan da sonra bırakamıyor, böylece yıllarını çöllerde geçiren bir çok meslektaş abilerimiz mevcut...

Neyse, bizde madem Libya’ya geldik bir Sahara Çölüne doğru açılalım da aradan çıksın dedik. Çöl çok enteresan bir yer. Uçsuz bucaksız sonsuz kum yığını.. Saflık, sonsuzluk ve huzur gibi hisler uyandırıyor insanda ilk başta. Bir insan kendisiyle iç hesaplaşma yaşamak, Nirvana’ya ermek ya da bunun gibi maneviyatın dibine vurmak istiyorsa, çölde geçecek bir süre bu iş için ideal diyebiliriz.

Dünya dengesinde kimbilir nasıl bir fonksiyonu vardır bu çölün. İllaki bir şeyleri dengeliyordur.

Çölü yaşamadan anlamak zor ama fikir vermesi açısından ironik bir şekilde Deniz gibi diyebiliriz. Saçma gelebilir ama Dünya’daki herşey zıttıyla vardır tezine göre sanırım Deniz ve Çöl kardeşler..

Denizde tekneyle gitmekle Çölde Jeep’lerle gitmek arasında çok fark yok gibi. Heryerin aynı olduğu bir yerde rastgele gitmek ve rüzgarı yüzünde hissetmek.. Tek fark deniz kokusu yerine çöl kokusunun olması..



Denizde dalgaları aşarken çölde kum tepelerini aşıyorsunuz. Nerdeyse aynı heyecanı da veriyor.çç



Denizde nasıl uçsuz bucaksız heryer aynı gibi ise ve pusulasız yön bulmak mümkün değilse, çöl için de aynı şey geçerli diyebiliriz.




Ve Denizde nasıl adalar varsa, çölde de Göl var. Vaha deniyor bu göllere. Bu resimdeki Vahada yüzdük ayıptır söylemesi. Aşırı buharlaşmadan dolayı çok tuzlu. O kadar tuzlu ki hiç hareket etmeseniz bile göğüs hızanızdan yukarısı suyun üstünde kalıyor. Yüzmek çok kolay yani. Muhtemelen burdaki yerel halk yüzdüklerini sanıyorlar eğer bir gün normal denize girerlerse boğulabilirler. Bu gölün diğer özelliğide bazik olması. Yani yağlı gibi, değişik bir su. Birde su sıcaklığı çok enteresan. Suyun alt kısımları, yani yüzerken ayaklarınızın geldiği kısım sımsıcak, banyo suyu gibi. Ama üst taraflar serin. İlginç bir deneyim. Çıktığınızda duş almazsanız birkaç dakika içinde vucudunuzda kuruyan sudan kalan tuzdan dolayı bembeyaz olursunuz ve yüzme şortunuz katılaşır..



Çöl ve Deniz’de içme suyunuzu iyi ayarlamanız gerekir.


Onun dışında çölün ilginç bir özelliğide “zart” diye bitiyor olması. Yani yavaş yavaş çölleşme yok. Bu resimlerde gördüğünüz saf çöl kumu denizi bir anda, sanki deniz kıyısıymış gibi bitiyor. Sanki kıyıya vuran dalgalar gibi.

Ama o kadar da aynı değil. Tabi çöle denize dalar gibi dalamıyoruz serinlemek için.. Ama genel olarak insanda yarattığı hissi Deniz hissiyatını bilenler anlayabilir.

Çölde bir de bunlar var. Çöl Bedevileri. Çölde yaşıyorlar, burda Tuareg deniyor bunlara, sanırım aşiretlerinin ismi. Yolda giderken rastladık. Çölün ortasında, iki devesiyle bir yerden bir yere yürüyor. Nereye gidiyor, kaç saattir yürüyor, tansiyonu düşse düşüp bayılsa ne olacak ? Yönünü nasıl buluyor, ne yiyor ne içiyor. “Hacı, sen kafayı mı yedin ?” diye sorası geliyor insanın.. Sonra da insan, burda da doğmuş olabilirdim diye hayatı sorgulama başlıyor...




Bunun dışındaki çöl notlarım ise kısaca şöyle,

Bolca deve mevcut

İçki tüm Libya’da olduğu gibi yasak ama Boha denen içki bolca mevcut

Çölün içinde elektrik yok.

Şubat-Mart ayları çöl gezileri için ideal gibi . Yazın çok sıcak olabilir.

Dünyanın en büyük çölüymüş Sahara Çölü diycem ama iki kutuptan sonraki en büyük 3. Çölmüş. Bilimsel olarak kutuplar da çöl olarak kabul ediliyor. (çöl olma kriteri az yağmur yağması)

Libya iç hatlar tam evlere şenlik. Koltuk numarası felan yalan olmuş, isteyen istediği yere oturuyor, telefon zaten kapanmıyor. Telefonla konuşan olursa, ve siz şikayet ederseniz Hostes uyarıyor adamda telefonu cebine geri koyuyor ama telefonu kapatmıyor. (Libya’lı yurt dışına seyehate giderse uluslararası havayolları daha sert olunca alanen konuşamıyorlar tabi, ama yine de kapatmıyorlar onun yerine çaktırmadan konuşmaya çalışıyorlar. Bir Libya’lı için uçakta telefon yasağı, Telefonun açık olduğunu çaktırmamaktır)



Kısaca böyle, çöle yolu düşenlere şimdiden iyi eğlenceler.. Yorucu ama güzel bir deneyim.

17 Mayıs 2010 Pazartesi

Helal Olsun Bursa, Beter ol Fener...



Dün bir tarihe daha şahitlik ettik.. Torunlara anlatacak hikayeler birikiyor... Bursa’yı tebrik ediyorum, Trabzonspor şampiyon olmuş gibi sevindim. Ama en çok aşağıdaki söylemlere gerekli cevabın verilmesine sevindim...


Anadolu’dan başka şampiyon çıkmaz.. (yıllarca bunu söyleyenlerle kavga ettim durdum, sonunda haklılığım ortaya çıkmış oldu)

Bursaspor’u şampiyon yapmazlar (kapak olsun hepinize şampiyonluk)

Fener Kupayı Trabzonspor’a verdi, Trabzonspor’da ligde Fener’e yatacak.. (beni en çok üzen bu lafı bir çok Trabzonspor’ludan duymuş olmam, hepinize kapak olsun)

Trabzonspor kendisinden başka bir Anadolu takımının şampiyon olmasını istemez.. (kimi ister ? Fenerbahçe’nin şampiyon olmasını mı ?)


Statükolara ve komplo teorilerine meraklı bir toplum olarak hepimize gelsin bu şampiyonluk.. Bu bir devrimdir, artık Türkiye’de futbol eskisi gibi olmayacak... Ertuğrul Sağlam umarım uzun yıllar Bursaspor’da kalır, bu başarının devamı gelir.

Son olarak da Kadıköy’deki anons meselesi var.. Herkes “Bursa maçı 2-2- bitti, Fener şampiyon oldu” anonsunu kim yaptı diye tartışıyor ama asıl sorun neden böyle bir anons yapıldı ? Trabzonspor’un direncini kırmayı mı planladı bunu yapan arkadaş.. Öyleyse plan tam ters tepti, Fener gevşedi (biz yapsak laz işi diye dalga geçerler).. Ama maç bittikten sonra da “Fenerbahçe şampiyon” anonsu yapılması daha da ilginç.. Bakalım açıklayacaklar mı bu anonsun sebebi ? Ama sonuçta yine tarihe geçmeyi başardı Fenerliler.. Onları da tebrik ediyoruz..

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Kendine iyi bak Libya...

Sonunda 2.5 yıllık Libya kariyerimizi de geçen hafta itibariyle sonlandırdık.. Darısı geride kalanların başına, Allah (c.c.) herkese kolaylık versin.. Bize de bundan sonraki hayatımızda başarılar... Bonservisimiz elimizde geziyoruz, şirketlere duyrulur... Artık ekmeğimiz nerdeyse orada.. Hani hayatım bir bilgisayar oyunu olsa veya bir word dosyası, şu noktada “save as..” yapmak isterdim.. İlerde bir problem olursa dönüp tekrar başlamak için iyi bir nokta gibi...




Bu resimdeki mevcut Tripoli havaalanı (yenisini yapmak için gitmiştik 2.5 sene önce ama muvaffak olamadık), umarım bir daha yolum düşmez bu havaalanına.. Öte yandan tırsmıyor da değilim, malum, meslek şantiyecilik olunca büyük konuşmamak lazım, ne olur ne olmaz..

4 Mayıs 2010 Salı

Yeni Blog (Sadece Futbol)


Futbol yazılarımı burdan ayırmaya karar verdim.. Artık http://bohemfutbol.blogspot.com/ adresinde sadece Futbol yazılarımı bulabilirsiniz.. Burada ise daha çok, gezi, fotoğraf, hayat felan filan kafama göre artık..

3 Mayıs 2010 Pazartesi

Leptis Magna

Leptis Magna, milat’dan sonra 200 yıllarında Roma’lılar tarafından yapılmış bugünkü Libya’nın Tripoli şehrine. Yani kabaca bir hesapla bundan tam 1800 yıl önce. Tripoli, üç şehir (Tri-Poli) demek latince’de. Leptis Magna’da Tripoli’yi oluşturan bu üç Roma Şehrinden bir tanesi. Libya’ya yolunuz düşerse birgün, hani turistik olarak görebileceğiniz yerlerden birisi.. Gene de yolunuz düşmesse birşey kaybetmiş olmazsınız..




Aslında bizim, Efes harabelerinden çok bir farkı yok, tarihten ve arkeolojiden uzmanlık derecesinde anlamayan birisi iseniz benim gibi Efes ve Leptis Magna arasındaki farkı anlayamayabilirsiniz bile. Sonuçta benzer yapılar, taşlar, sütunlar, anfi-tiyatrolar, heykeller kabartmalar ve diğer Roma mimarisi..


Ama etkileyici. Hem de çok etkileyici. Yani düşününce, bundan tam 1800 yıl önce insanlar bu yapıları yapmışlar ve burada yaşamışlar. Sokaklarında yürümüşleri dükkanları olmuş alışveriş yapmışlar. Siyaset ve devlet politikalarını tartışmışar belki, akşam da anfitiyatroya gidip eğlenmişler. Belki bu bir alttaki resim, zamanın kuyumcular çarşısıydı, insanlar bu sokakta mücevherat alışverişi yapıyorlardı.



Bu alttaki yapı kimbilir ne işe yarıyordu. İlerdeki yüksek yapı anfitiyatro, ama hemen öndeki taşlar ne için acaba ? Belki de dönemim kahvehanesi gibi birşey.. Filozoflar ya da sanatçılar, burda oturup, çay kayfe içip memleket meselelerini tartışıyorlardı ?

-Duydunmu Aristotales Baba, Sezar bu sefer de Mısır’a demokrasi götürcekmiş? Her an saldırabilir diyorlar ?

-Yok hacı naptın, Cleopatra diye bi hatun varmış, onun için gidiyormuş.. Sezar’la bu ülke bi yere gidemez..

Acaba böyle geyikler dönmüş müdür bu köy kahvesinde ?




Roma’nın da neden bu kadar büyük bir imparatorluk olduğunu anlamış oluyoruz aynı zamanda. Adamlar gittikleri yerlere medeniyet ve uygarlık getirmişler. Şu anda bile bedevilikten tam anlamıyla kurtulamamış bir topluma ve ülkeye, bundan tam 1800 yıl önce düzenli şehirleşme, sosyal etkinlik ve modern toplum yapısı getirmişler. Ve bu ülke Roma’dan çok uzaklarda Afrika’nın kıyısında kalmış bir ülke.. Tabi sadece Tripoli değil, Roma İmparatorluğu gittiği her yere medeniyet getirmiş.. Tüm yollar Roma’ya çıkar sözü boşuna söylenmemiş, zira çoğu ülkelerdeki ilk yollar Roma’yla ulaşımı sağlamak için Roma’lılar tarafından yapılmış. Osmanlı da aynı şekilde Roma’lılar gibi gittikleri yerlere mediyet getirmişler. Libya’da gezilecek tarihi yerlere baktığınız zaman ya Roma’lılardan kalmıştır, ya da Osmanlı’lardan.. O yüzden bu iki devlet tarihin önemli figürüydüler..



Öte yandan bugün Irak’a ve Afganistan’a demokrasi götüren ABD’ye bakıyoruz da, bundan 1800 yıl önce yapılanların ne kadar uzağındalar..

Aslında dünyanın bu bölgesinde demokrasi bir işe yaramıyor diyebiliriz. Batı dünyası bunu ne zaman anlayacak merak ediyorum.. Mutlu olan ülkelere bakıyorum da, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, S.Arabistan, Libya, Katar, Kuveyt ve hatta Suriye hep monarşik veya totaliter rejimlerle yönetiliyor. Tamam belki çok refah içinde yaşamıyorlar ama bu ülkelerde yaşayan insanların maddi sıkıntıları yok, daha ötesi can güvenliklerine karşı bir tehdit yok.. Ve mutlular.. İnsanların yüzünden bunu görebiliyorsunuz...

Oysa, batı dünyasının demokrasi getirdiği ülkelere bakınca, Irak, Afganistan, Lübnan ve hatta Filistin başta olmak üzere, hiçbirinde nerdeyse can güvenliği dahi yok. Bu ülkelerde doğan bir insanın gelecekten ne gibi bir beklentisi olabilir ? Irak bile, Saddam döneminde en azından güvenli ve refah bir ülkeymiş.. İran bile İslam Cumhuriyetinden önce Şahlık varken, daha huzurlu ve modern bir yermiş. Demokrasiyi bu bölgede en başarılı bir şekilde uygulayan Türkiye bile çok sıkıntısını çekti bu rejimin, kaç defa Ordu müdahalesi yaşamak zorunda kaldı.. Neyse, konuyı fazla dağıtmaya gerek yok, mesajımızı verdik, anlayan anlamıştır...




Bu alttaki kiriş benim ilgimi ayrıca çekti Leptis Magna’da.. Dikkatli bakın kirişe.. Taşlar arasında hiçbir bağlantı yok, ne demir ne bir harç hiçbirşey.. Taşlar birbirine yaslanmış, ve ortalarındaki küçük çıkıntı ile puzzle vari birbirlerine iliştirilmiş. Yukardan istediğiniz kadar bastırın, yıkılmaz, ama alttan ortadaki taşı birazcık yukarı doğru itseniz hepsi dökülür.. Kemer köprü mantığıdır bu, ortadaki taşa da Kemer Taşı denir. Sizce de ilginç değil mi ? Bu yapı bu şekliyle 1800 yıldır orda öylece duruyor.. Dili olsa da konuşsa, kim bilir neler görmüştür, kim bilir anlatır...




Bu da bizim tayfa.. O devirde de acaba böyle şeyler yapanlar var mıydı ?




Sonuç olarak, yolunuz Libya’ya düşerse bir yarım gününüzü ayırıp görebilirsiniz. Taş deyip geçmeyin, bir tarih, bir medeniyet ve bir ugyarlık aslında..