img { max-width: 560px; width: expression(this.width > 560 ? 560: true); }

30 Kasım 2010 Salı

Hırvatistan

Bosna'dan ayrıldıktan sonra rotamızı Hırvatistan'a çevirdik. Hırvatistan'ın sevimli ve tarihi sahil kasabası olan Dubrovnik'e vardık.. Dubrovnik hoş bir sahil kasabası gibi.

Dubrovnik'in tarihte de şöyle bir durumu var, adamlar savaş yapmamışlar, orduya para harcamak yerine gelene geçene vergi vermişler. Roma'lılar gelmiş onlara vergi vermişler, Osmanlı gelmiş onlara vergi vermişler, bir ara hem Osmanlı'lara hem Venedik'lilere vergi vermişler.. Böyle olunca tabi hiç yıkım olmamış şehirde (92'deki son savaşa kadar), Osmanlı'da girmeyince tabi Osmanlı eserleri de pek yok, müslümanlaşma da yok..


Bu Dubrovnik'in zenginliği birincisi ticaretten geliyormuş, liman şehri olmanın verdiği avantajı iyi kullanmışlar. Bir de Tuz üretimi varmış burda, ki o yıllarda çok değerliymiş. Tuz çok olunca tabi bol bol kullanmışlar, sonra damak tadı olarak tuzlu yemek alışkanlıkları oluşmuş. O yüzden yemekleri tuzlu geliyor biraz, hatta bazen ayarı bile kaçırıyorlar. Neyse, bunlar böyle tuzdan ve ticaretten voleyi vurunca, savaşmak yerine gelen geçen güçlü devletlere vergi vermişler, rahatlarına bakmışlar. Fena da yapmamışlar hani..



Stari Grad (yani eski şehir) denilen yer, bu tarihi şehrin kale surları içinde kalan tarihi kısmı. Ortaçağ mimarisinin ağır bastığı, hoş sokakların olduğu, dinlendirici ve eğlenceli bir yer. Küçük ama bir sürü güzel kafeler, restoranlar ve barlar bulmak mümkün.



Yüksek binaların dar sokaklarla bölünmesi bu bölgede sıkça rastladığımız bir durum, özellikle yazın aşırı sıcakta binaların birbirine gölge yapabilmesi için böyle yapılmışlar. Böyle bir sahil kasabası yani Dubrovnik.


Anladığım kadarıyla yazları çok güzel oluyor burası.. Türkiye için Antalya ne ise, Avrupa için de Balkan kıyıları o anlama geliyor sanırım. Güney Fransa ve İspanya gibi pahalı yerlere gidemeyen Avrupalı genç turistler daha çok bu taraflara yöneliyorlar. Yazın gelip görmek lazım ayrıca..


Dubrovnik'i de iki günde aradan çıkardıktan sonra, rotamızı Karadağ (Montenegro) 'da ismi yeni yeni duyulmaya başlanan ve ilerde daha da çok duyacağımız, Budva isimli yine şirin ve tarihi bir yere doğru yola çıktık...

PS : Bu arada bizden hemen sonra Dubrovnik'i sel basmış...

29 Kasım 2010 Pazartesi

Bosna Hersek


Aslında 3-5 günlük paket turları pek sevmem. Bugüne kadar da gitmişliğim de yoktur, ama işte Bayram Tatili felan derken modaya uyguk biz de. Kurban Bayramında Balkanları aradan çıkaralım dedik ve Bosna Hersek, Hırvatistan ve Karadağ üçlü turu yapmaya karar verdik.

Şimdi böyle 2 günlüğüne bir yere gidince elde fotoğraf makinesi Japon turist gibi gezmek dışında pek bir şey yapamıyorsunuz. Ne kültürü tanıyabiliyorsunuz, ne güzel mekanları keşfedebiliyorsunuz, ne insanlarla tanışabiliyorsunuz ne yemeklerin hepsinden tadabiliyorsunuz.. Sadece merkezi yerleri ve tarihi eserleri gezip önünde fotoğraf çektirebiliyoruz.. Sonra da bunları face'e yukleyip sevdiklerimizle paylaşıyoruz. Benim face yok, o yüzden burda paylaşıyorum mecbur. Bazen merak ediyorum insanlar seyahatlere değişik yerleri görmek için mi gidiyorlar ? yoksa değişik yerlere gittiklerini face'de insanlara göstermek için mi ?

Bu sosyal tespiti de yaptıktan sonra gezimize dönelim. İlk şehrimiz Saray Bosna idi. Orjinal adı, Sarajevo imiş. İsmi, Saray'ın Yeri 'nden geliyormuş. Osmanlı ilk buraya geldiğinde buraya Saray'ı kurmuş, sonra da adı Saray'ın Yeri olmuş. Geyik değil bu gerçek, yani rehber öyle söyledi en azından...


Ve tabi savaş. Uzun yıllar Tito yönetiminde, Yugoslavya (Güney Slavları demekmiş) adı altında, Slovakya, Hırvatistan, Karadağ ve Sırbistan'la beraber 5 toplum barış ve huzur içinde yaşamışlar. Avrupa'nın da güçlü ülkelerinden biriymişler tabiki. Daha sonra Tito'nun ölümünden sonra, özellikle zengin olan Hırvatistan'ın ayrılmak istemesi, ihtiras sahibi Sırbistan'ın işgalci ve soykırımcı tutumları sonucu acı dolu savaş yılları yaşanmış bu topraklarda..

Farklı etnik kökenler, farklı dinler, kralcısı, komunisti, faşisti, batıcısı doğucusu derken buralar birbirine girmiş. (Düşünüyorumda, bu ufacık ülkeler bile dağılırken bu kadar kan akıtabiliyorsa, SSCB de kanlı bir şekilde dağılsaydı neler olurdu tahmin bile edemiyoruz)

Tabi savaşın sebeplerini sayarken Sırp'ları ayrı bir yere koymak lazım. Hırvatistan'a da saldırmışlar tabi ama Bosna Hersek'e çok büyük acılar yaşatmışlar. 300,000 'den fazla insanın Sırplar tarafından öldürüldüğü tahmin ediliyor. Ve yer yer toplu olarak bu işlerin yapılması, hatta katliamların olması ve devlet politikası olarak bunların planlanması bunun ismini de soykırım yapıyor doğal olarak. Özür dilemiş sanırım Sırplar ama yaşananları nasıl silecekler bilinmez..



Yaklaşık dört yıl boyunca kuşatma altında kalınca Saray Bosna, şehrin her yerinde bu savaşın izini görebiliyorsunuz. Nerdeyse her binada onlarca kurşun delikleri var. Kimisi sıva yapmış kapatmış, kimisi (bilerek) kapatmamış. 4 yıl boyunca insanların burda bu şekilde ölüm korkusuyla yaşamasını biraz olsun hissedebiliyoruz..

Şu anki durum ise iyi. Halk çok iç içe geçmiş. Kilise, Sinagog ve Camii'leri yanyana görmek gayet mümkün. Halk da iç içe yaşıyor yer yer, tabi ki her grup belli bölgelere çekilmiş durumda. Her an kıvılcım patlayabilir belki ama insanlar yaşananlardan biraz ders almış gibiler.

Bosna'lı rehberimize "nasıl hala Sırplarla bir arada yaşayabiliyorsunuz" diye sorduğumuzda, "nefret etmiyoruz ve kin duymuyoruz" diyor, ama hemen arkasından da ekliyor "ama unutmuyoruz da"


Bosna'ya gidip Savaştan bahsetmemek mümkün değil, o yüzden biraz bahsedip içinizi kararttım belki kusura bakmayın. Bosna'da savaşı bir kenara bırakırsak, birçok başka güzellikler olduğunu da görebiliriz. Bosna dendimi benim aklıma hep Boşnak Böreği gelir mesela eskilerden beri. Hemen tabi tadına baktık..Burek diyorlar Bosna'da.. Bizim böreklerin biraz daha yağlı versiyonu diyebiliriz. Ama tadı güzel, eğer çok yağlı gelirse üzerine ayran döküp yiyebilirsiniz (genelde o şekilde yiyorlar zaten), daha güzel oluyor. Peynirli, kıymalı, patatesli, kabaklı gibi envai çeşidi bulunabiliyor.


Bunun dışında Sarajevo küçük bir şehir. Nehir boyunca uzanıyor ve merkezine Başçarşı deniyor. Burada yürüyerek çok güzel restoranlar, cafeler ve alışveriş yerleri bulabilirsiniz. Bolca Osmanlı eseri görmek mümkün. Yürümesi zevkli yerler sonuçta..

Osmanlı eseri ve Bosna denince akla tabi Mostar ve Mostar köprüsü geliyor. Yine Sırpların savaş sırasında utanmadan bombaladıkları, ama sonradan yeniden restore edilen tarihi köprü. Mimar Sinan'ın öğrencisi Mimar Hayrettin'in yaptığı tarihi köprü. Buralara gelip de bu köprüyü gezmeden, önünde foto çekilmeden olmaz diyerekten biz de her turist gibi fotoğraflarımızı çektik.

Most bu arada Rusça'da köprü demek. Zaten slav dilleri de Rusça'ya benziyor. Bu açıdan Mostar ismi, Osmanlı döneminden değil daha sonralardan geliyordur diye tahmin ediyorum.



Mostar'ın dar ara sokakları da ayrı bir güzel. Tarih kokuyor. Çok güzel restoranlar, hediyelik eşyacılar felan filan da mevcut. Bu dar ve otantik sokak olayı zaten gezimizin diğer ayakları olan Hırvatistan ve Karadağ'da zirve yapıyor, kendimizi ortaçağda gibi hissettik sık sık.


Bosna'da böyle geçti işte.. Burdan sonra otobüsle Hırvatistan'a doğru yola çıktık...

Rusya Gezisi

Uzun yıllar sonra Rusya’ya tekrar yolumuz düştü geçen haftalarda. Tabii doğal olarak duygusal anlar yaşadık, çabucak geçen o yıllar bizi yaşlatırken zamanında yıllarımızı geçirdiğimiz bu ülke aynı şekilde bıraktığımız gibi duruyor. Bu işler böyledir, yıllarınızı geçirdiğiniz bir yere uzun bir aradan sonra geri dönünce insan bir garip oluyor.

Biraz olaylı başladı gezimiz. Önce havaalanında pasaportumdaki küçük bir lekeden dolayı 1-2 saat Rus Polisiyle muhattap olduk, neyseki geçmiş tecrübelerimiz sayesinde soğukkanlılıkla hallettik sorunu.. Daha sonra Moskova trafiğinde geçirdiğimiz 3-4 saatten sonra ancak şantiyemize varabildik.



Vodkasıyla, kızlarıyla ve gece hayatıyla hatırladığımız Moskova bizi polisiyle, kuru soğuğuyla, trafiğiyle ve kasvetiyle karşılamış oldu. Moskova gerçeğini de hatırlamış olduk böylece.

Moskova’nın biraz dışarısındaydı şantiyemiz, Şantiye dediysek işte çelik, kaplama, hafriyat, beton, demir felan filan.. Her zamanki şeyler..

Gezimiz kısa olunca da şantiye-hotel arası gidip gelmiş olduk. Ama yine de insan geçmişi hatırlıyor.. Uzun süredir konuşulmayan Rusça kelimeleri duydukça hatırlamak zor olmadı. Soğuk var tabiki, Kasım’ın başında olmamıza rağmen ve hava hala eksi olmamış olmasına rağmen soğuğu kemiklerimizde hissediyoruz.. Havada ilerleyen aylarda gelecek olan o soğuk kışı görebiliyoruz ve burda kalacakalar için kola gelsin diyoruz. Hatırladım tabi o eski günlerimi ve hatırlamak bile beni üşütmeye yetti.. brr..


Ne üşürdüm Moskova’da.. Hele bir yıl, sanırım 2006-2007 kışıydı, ben daha öyle bir soğuk görmedim, ne soğuk olmuştu.. Eksi 45 dereceleri hatırlıyorum. İşçilerimizin parmakları donuyordu sürekli. Sahada döktüğümüz beton donuyordu. (inşaatçılar için bilgi: beton pirizini alır, donmaz.. eğer donarsa kimyasal reaksiyon olmamış demektir, o beton kırılıp tekrar yapılır) İş makinalarımız donuyordu. Benim o dönemki arabamın benzin kapağı donmuştu hatırlıyorum, her benzinliğe girişimde, benzincinin şaşkın bakışları arasında, bagajı açıp bagajın iç kısmından uzanıp benzin kapağını açmaya çalışıyordum..

Şantiye misafirperverliğine uygun olarak şantiye personeliyle iki tekimizi de atma ritüelini de ayrıca yerine getirdik tabiki.. Eski dost Ruski Standart tabiki.. Eski dost diyorum ama ben çok da sevmezdim, zaten içkiyle de pek aram yoktur.. Maksat adet yerini bulsun işte..



Konuyu dağıtmayalım, şantiyedeki işlerimizi çabuk çabuk halledip hemen geri dönelim dedik. Ama bu seferde İstanbul’daki sis dönüş yolculuğumuza komplosunu kurmuş. Rötarlar felan derken yaklaşık bir 12 saatlik sürecin sonunda Ankara'daki evimize varmış olduk.

15 Kasım 2010 Pazartesi

Pootie Tang


Bugün size bir film tavsiyesi yapmak istiyorum.. Pootie Tang.. 2001 yapımı bu film, izleyebileceğiniz en salak filmlerden biri diyebilirim.. Zenci absürd komedi filmi diye kategorize edebiliriz bu filmi. İnanılmaz saçma dialogların geçtiği, senaryosunun hangi kafayla yazıldığını çok merak ettiğim ve izleyenlere eğlenceli 2 saat geçirtebilecek bu filmi yıllar önce izlemiş olmama rağmen hala ara ara aklıma gelir ve gülerim.. Özellikle de karakterlerine ve dialoglarına.
Bir şekilde bulun ve izleyin derim, çok eğleneceksiniz..

Alın size filmden bir dialog.. Chris Rock arkadaşıyla Biggie Shorty'nin (aşağıdaki fotoda kendisini görebilirsiniz) partisine girer ve biraz salak olan arkadaşına bu partiye girmenin ne kadar zor olduğunu anlatır, daha doğrusu anlatmaya çalışır.. Biraz zenci aksaanıyla okumaya çalışırsanız daha komik olacaktır ;

- Yo, man, a Biggie Shorty party is exclusive, man.
They don't let nobody in a Biggie Shorty Party
They got a line around the block.
Ain't nobody in, man.
You know what? Nobody we know can get in this party, man.
They don't let no light in.
They don't let no electricity in.
They don't let no water in.
They don't let no air in.
Air is going, "Man, I'm air.
I'm on the list. Let me in."
And they won't let air in.
And you know air gets in everywhere.
That's how exclusive a Biggie Shorty party is.

- You know what else?
It's hard to get in too.

- I hate you!




Bu da filmin fragmanı :

10 Kasım 2010 Çarşamba

New York'ta Beş Minare


Quentin Tarantino, Emir Kustarica, Guy Ritchie, David Lynch, Stanley Kurbik, Ferzan Özpetek ve Çağan Irmak.. Bunlar benim favori yönetmenlerim, bu adamların çektikleri filmlere gözüm kapalı giderim.. Bu listeye bugün itibariyle artık Mahsun Kırmızıgül’ü de ekliyorum..

Daha önce de yazmıştım.. Mahsun, Türkü söyleyerek resmen yıllarını boşa harcamış. Eğer sinema işine 10 yıl erken girmiş olsaydı bugün Oscar için yarışan filmler yapıyor olabilirdi.. New York’ta beş minare çok iyi bir film olmasının ötesinde Mahsun’un neler yapabileceğini göstermesi açısından çok önemli.. Adamın kafasında o kadar çok fikir ve düşünce varki, filme sığdıramadığını hissediyorsunuz. İlerleyen filmlerinde, düşüncelerinin daha da oturmasıyla çok daha kült filmler çıkartacaktır.


Spoiler vermeden kısa kısa filmden bahsetmek gerekirse;

Film eksik yönleri olmakla beraber, genel olarak çok iyi. 10 üzerinden 9 alır benden.

Görüntüler çok profesyonel. Bir Hollywood filmi izliyormuşsunuz hissini uyandırıyor. Türk yapımı gibi değil. Zaten görüntü yönetmeni yabancı, muhtemelen Hollywood’dan biri. Ve harcanan paranın (10m usd harcanmış diyorlar) ciddi bir kısmı bu işlere gitmş belli. Çok daha az para harcanarak benzer sahneler çekilebilirdi ama o zaman işte Hollywood standartlarında değil de Türkiye standartlarında olurdu film. Paraya kıyarak, risk de alarak çok doğru yapmış Mahsun.

Filmin hikayesi çok özgün ve sürükleyici. Ama kurguda ve senaryoda yer yer boşluklar var. Bununla birlikte çok hassas konular başarıyla işlenmiş. Daha önceki filmlerinde de hassas konuları işlemişti Mahsun, ve yüzeysel de geçmiyon bu konuları, derinlere inmeye çalışıyor.

Filmdeki din-cemaat ilişkilerini dışardan bakış açısıyla sorguluyor Mahsun. İslam’ın terör olmadığını, terörün islami birşey olamayacağının mesajını da başarıyla veriyor. Ne laik kesimi, ne de cemaatleri yargılıyor, sadece iki tarafı da empati kurmaya çağırıyor Mahsun filminde. Sadece laik-islamcı çatışmasını değil, Amerika-İslami Terör çatışmasını da paralel bir şekilde sorguluyor. Çok da güzel noktalara parmak basıyor. Bu sosyal olguları da Hollywood polisiyesi tadında anlatıyor. Daha ne olsun..


Haluk Bilginer’in oyunculuğu filmi başlı başına izlenir kılan bir başka nokta. Haluk Bilginer değil de başkası oynasaydı, filmin yarısı giderdi. Haluk Bilginer’e ise tek eleştirim, Türkçe’yi Bitlis aksaanıyla konuşuyorsun da, İngilizceyi nasıl o kadar temiz Amerikalı gibi konuşabiliyorsun. Amerika’da Türk’ler öyle mi konuşuyor ? Hollywood’a "benim ingilizcem çok iyidir" mesajı vermek yerine biraz Türk aksaanı yapıp, gramer’i biraz bozsa fena olmazdı...

Filmde eleştirilcek yön yok mu ? çok var. En başta senaryo ve kurgudaki yer yer rahatsız eden bölümler. En aşağıdaki spoiler kısmında bahsediyorum bunlardan.

Bunun dışında rahatsız eden oyunculuklar var. Haluk Bilginer ne kadar iyi oynadıysa, Mahsun ve Mustafa Sandal’da o kadar kötü oynadılar. Mustafa Sandal yüz olarak aslında iyi bir oyuncu yüzüne sahip, hatta kliplerini de zaman zaman film tadında çekerdi eskiden. Neden filmlerde oynatmazlar diye düşünürdüm bende hep, Mahsun da öyle düşünmüş galiba ve muhtemelen de pişman olmuştur. Musti konuşmaya başlayınca batırıyor resmen. Çok zorlama, çok yapmacık. Mahsun’a filmdeki pişmanlığını sorsalar Mustada Sandal diyebilir belkide. Musatafa Sandal ile Engin Altan Düzyatan’ın rolleri değiştirselerdi çok daha iyi olabilirmiş.


Mahsun’un da oyunculuğu kötü ve zorlama olmuş. Filmerinde daha küçük roller alması lazım, bu kadar başrole kendisini koyunca ve iyi oyuncularla da çalışınca sırıtıyor tabi. Haluk Bilginer’in ve Dany Glover’in yanında Mahsun, Guti ve Quaresma’nın yanında oynayan Ekrem Dağ gibi kalıyor.

Kesinlikle Türkçe dublajlı izlemeyin, çok saçma. Biz yanlışlıkla Türkçe dublajlıya girdik, sonra ilk yarı çıkıp yan salondaki orjinal altyazılıda baştan izledik filmi.

Sonuç olarak, beğenirsiniz veya beğenmezsiniz. Filme gidin derim ben. Sinemada gidin, korsan cd’sini almayın. Bu tip filmlerin iyi gişe yapmaları bizlere güzel Türk filmleri olarak geri dönecektir.

Filmi izlemediyseniz henüz yazının burdan sonraki kısmını okumayın, ya da izledikten sonra okuyun, çünkü spoiler içeriyor..


Spoiler ---- Spoiler ----- Spoiler


Filmin en büyük eksikliği içinde aşk olmaması. Filmin hikayesine çok güzel bir aşk serpiştirilebilirmiş. Hatta bu aşkın kökleri taa Bitlis’e, Mahsun’un babasıyla Hacı arasına bile dayandırılabilirmiş.

Film içinde yer yer sürprizler olmasına rağmen genel olarak film beklenildiği gibi gelişiyor, ve sonu tahmin edilebiliyor. Mahsun’un bundan sonraki senaryolarında yaratıcılığını biraz daha zorlaması lazım artık.

Filmde Hacı’nın annesine kavuşma sahnesi insanın gözlerini dolduruyor. Ben duygulandım ne yalan söyliyim. Oyunculuklar zirve yapıyor. Belki tesadüftür bilemem, ama eğer Mahsun Heath Ledger’in oynadığı A Knight’s Tale filmini izlediyse, malesef bu sahne çalıntı. O filmde de yıllar sonra Heath Ledger Babasıyla buluşuyor, ve babasının (Hacı’nın annesinin olduğu gibi) gözleri görmüyor, yani kör. Orda da çocuğundan bahsediyor baba, ve çocuğunun karşısında olduğunu anlayınca yüzüne dokunuyor, ağlaşıyor ve sarılıyorlar. Sahneler çok çok benzer, ve eğer Mahsun bu filmi izlediyse, ordan çalmış bu sahneyi. O filmde çok güzeldir bu arada, tavsiye ederim, ve o filmdeki o kavuşma sahnesi de beni çok etkilemişti.

Hollywood aktörleri (başta Dany Glover) çok iyi oynamışlar ama senaryoda bu karakterler yer yer çok yavan kalmış. Bazı sahneler cok Amerikan vari ve yapmacık olmuş. Yine Dany Glover’ı boğaz manzaralı yerde yemek yemesi, Ayasofya gezmesi hem Türkiye’nin tanıtım hemde dinlerin kardeşliği mesajları verme çabası nedeniyle biraz zorlama durmuş. Ama ben sevdim, iyiki yapmış Mahsun. Sema gösterisi bile izletmişler Dany Glover’a bence iyi de olmuş.


Filmin sonunda Mustafa Sandal’ın Mahsun’a “seninle çalışmak güzeldi” demesi en az 200 tane Amerikan Polisiye filminde geçen bir dialog. Bunu bir de Mustafa Sandal’ın yapmacık oyunculuğu eklenince eğreti durmuş. Oysa bu sahne daha bir Türk usulü olabilirdi.. Mahsun'la Musti'nin filmdeki tanışma sahneleri de aynı şekilde çok klişe.. Bunlar daha güzel olabilirdi.

Fragmanda olan bazı sahneler filmde yok. Mahsun’un Deccal için “bu adam laik devletin düşmanı” dediği kısım ve Hacı’nın Amerika’da bir yerde ingilizce insanlara cehaletten “ignorance” bahsettiği (üst fotoğraftaki sahne) kısımlar filmden çıkarılmış. Öte yandan filmin başında çok da gerekli olmayan Polis Okulu yemin töreni sahnesi, muhtemelen çok para ve zaman harcandığı için çıkarılmaya kıyılamamış. Mahsun’un sahne seçerken harcadığı paraya değil, sahnenin filmin temposuna ve konusuna etkisine bakmalı.
Filmin en büyük eksiklerinden biri de yer yer saçmalıkların olması. İşte bazıları ;

Hiçbir terör örgütüyle bağlantısı olmayan Hacı’nın terör örgütü lideri olduğuna koskoca Polis teşkilatı nasıl inanıyor. Interpol ve FBI bu gaza nasıl geliyor.

Hacı ile karısı nerde nasıl tanışmışlar ? İş ortamında mı ? Barda mı ? Camii de mi ? Yoksa Facebook'ta mı ?

“Dede, Hacı masummuş” deyince dedenin yıllardır biriken intikam ateşinin hemen söndüğüne Mahsun nasıl inanıyor hemen.

Her türlü derin devlet ve örgütsel eylemlerin faillerini Polisin tepesindeki insanlar bilir. Bu bir Türkiye gerçeğidir. Filmde Emniyet Genel Müdürüne yardımcısının bu tip cinayetleri kimin yaptığını bilmiyoruz demesi pek inandırıcı olmamış.

Müdürün imana gelip Hacı’dan özür dilemesi, Fırat’ın gerçek yüzünün birden anlaşılması, gerçek Deccal’in nasıl yakalandığının belli olmaması filmdeki diğer saçmalıklar olmuş.

Sonuç, filme gidin.. Türk sineması her zaman böyle filmler yapmıyor..

2 Kasım 2010 Salı

Aint no mountain high enough !


Ey küçük yeşil sürüngen, çakma Godzilla, bu basamağı çıkmaya çalışmaktaki amacın nedir ? Nereye gidiyorsun, ne yapacan orda ? İç güdülerin neyin peşinde sürüklüyor seni ?

Benim sende gördüğüm ise hayatta aşılamayacak engelin ve problemin olmadığı... Hiç bir dağın bizi durduracak kadar yüksek olmadığı.. Yeterince çabalarsak herşeyin üstesinden gelebiliriz, yardıma bile ihtiyaç duymadan üstelik, tek başımıza gerekirse.. İnsanlar hakkımızda ne derse desinler, bizi durdurmak için ne yaparlarsa yapsınlar, yeterki biz isteyelim...

not : fotolardaki yeşil arkadaş, Libya'daki Abugelia günlerimde objektifime takılmıştı. Wild Life Photographing alanındaki ilk çalışmam sanırım..


bu da şarkısı, iyi dinlemeler : aint no mountain high

1 Kasım 2010 Pazartesi

En iyi 30 Film Part 3 : İlk 10

ve merakla beklenen final.. Listemizin ilk 10 filmi ;


10- American Beauty

Oscar aldığı zaman kesin kötü bir filmdir diye düşünmüştüm, zira o dönemler Akademi daha çok Titanik tarzı popcorn filmlerine Oscar veriyordu. (Neden “Oscar” dendiğini bilirmisiniz bu ödüle ? Zamanında, 1950’li yıllarda Betty Davis sanırım (Gina Davis’ın annesi) Akademi ödülünü alınca heykelciğe bakıp "bu aynı benim Oscar Amca’ma benziyor" diyor konuşmasında, sonra da ödülün adı Oscar kalıyor. Ne kadar saçma değil mi ? Neyse konuya geri dönelim)



Film Oscar alınca bir de Amerikan yaşam tarzını eleştiriyor gibi entel dantel yorumlar da okuyunca pek izleme isteği olmadı içimde, zaten filmi de 2-3 yıl sonra izledim. Ve önyargılarımın neler kaçırmama mal olduğunu görmüş oldum.

Evet bir popcorn sineması American Güzeli ama bunun çok daha ötesinde müthiş sorgulayıcı bir senaryo, akıcı bir hikaye ve işleyişle izleyiciyi kendine çekiyor. Farklı tipte Amerikan hayatlarını inceliyor, sorguluyor ve eleştiriyor ama bunlar o kadar gerçek ki entel dantel bir sorgulamanın çok ötesinde.

Hayatı sıradanlaşmış bir çekirdek Amerikan ailesi babası, ve bu ailenin hırslarının etkisinde kalmış ama iş yaşamında başarılı olamayan annesi, bunalımdaki genç kızları, baba-oğul çatışmasının doruk noktasında olan komşuları ve ergenlik dönemindeki MTV gençliğinin çok güzel bir örneği olan kızın okul arkadaşı gibi çok güzel düşünülmüş karakterler... Ve başta Kevin Spacey olmak üzere bu karakterleri oynayan müthiş oyuncular...

Üstüne biraz müzik, biraz espri, biraz heyecan ve müthiş bir de son ekleyince alın size defalarca izlenebilecek bence sinema tarihinin yapılmış en iyi 10 filminden biri..


9- Amores Perros (Aşklar Köpekler Paramparça)

Üç saatlik bir sinema şöleni. Farklı hikayeleri kesiştiren bir senayro, değişik kurgu ve anlatım, İspanyol yaşam tarzı, ince bir zevkin seçimi olan film müzikleri ve içinde barındırdığı bir sürü kısa filmler... Yönetmen Alejandro Gonzales zaten daha sonra Hollywood’a transfer oluyor ve 21 Grams’ı çekiyor. Etkisi uzun sürebilecek bir film.




8- Davaro

Aslında hangi Kemal Sunal-Şener Şen filmini yazsam karar veremedim. Tosun Paşa, Süt Kardeşler, Kibar Feyzo, Köyden İndim Şehire 1-2, Hababam Sınıfları hepsi birbirinden kült hepsi birbirinden efsane.. Hepsini temsilen Davaro diyorum, ve sözü fazla uzatmadan onlarca efsane diyaloglardan bir tanesiyle bağlıyorum olayı;



-hocaefendi bu yöne çevrilecek
-olmaz kıble bu taraf, buraya çevrilecek
-ne kıblesi? kalkıp namaz mı kılacak?
-buraya
-hortum
-kıble
-hortum
-ula hortumda ne oliy ki
-kusurabakma sülo kardeş bu sefer essahtan gittin
-ula hortum ağzıma değil kıçıma giriy


7- The Big Lebowski

Bu film tam olarak beni anlatıyor diyebilirim. Filmdeki Lebowski karakteri, yani “Dude” tamamen benim hayat felsefemi ve hayata bakışımı kendinde taşıyor. Listenin ilerleyen sıralarında bahsedeceğim Fight Club filmindeki felsefenin Nirvana’sına ulaşmış hayatındaki en önemli derdi evindeki halısını geri almak olan (keşke bizim de en büyük derdimiz bir halı olsa) karakter bu kadar iyi çizilebilir. Jeff Bridges’da rolun hakkını fazlasıyla veriyor. Coen kardeşlere yakışır bir kült çıkmış ortaya.



6- City of Angels (Melekler Şehri)

Ben de romantik ve duygusal bir insanım. Bu sert görünüşümün altında yumuşak ve sevgi dolu bir kalbim var benim de ! Ben de arada romantik filmler izler duygulanırım. Bakınız City of Angels. Meg Ryan ve Nicholas Cage’ın kariyerlerinin zirvesi olan bu film, müzikleriyle ve aşk hikayesiyle bir şarap eşliğinde çok güzel gidecek bir film.



5- Leon

Çekilmiyor artık böyle alternatif senaryolu filmler. Hep aynı senaryolar, hep aynı klişeler. İlk Star TV’nin 90’lı yıllarda yaptığı Pazar Gecesi Sinema kuşağınad izlemiş ve beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Yıllar sonra orjinal DVD’den izlediğimde ilk izlediğimde sansürlenmiş bir de aşk hikayesi (adamla çocuk arasında !) olduğunu görünce bir şok daha yaşamıştım. Hala ara ara izlerim, izlememiş olanlara da izletirim.



4- The Good the Bad and the Ugly (İyi kötü Çirkin)

Bu nasıl bir filmdir arkadaş. Sene 1966 (45 yıl önce), daha Trabzonspor bile kurulmamış, nasıl bu kalitede bir film yapılabilmiş ? Nasıl bir görsellik, nasıl bir hikaye, oyunculuk, müzikler, gerilim, espriler, sürprizler, heyecan, macera herşey dorukta bu filmde. Bu film olmasaymış sinema bugünkü seviyesinde olabilir miymiş merak ediyorum.

İtalyan Western (spagetti western) diye geçiyor filmin tarzı. Tarzın isminde bir gariplik var zaten, düşünün vahşi batı nere spagetti nere ? Yönetmen (Sergio Leone) ve ekibin İtalyan oluşuyla alakalı bir durum sanırım.


Western dediğimiz zaman herkesin kulaklarında çınlayan meşhur melodi var ya, işte bu filmdir o melodilerin ilk çıkışı..

Clint Baba (iyi, sarışın), Le Van Cleef Baba (kötü, melek göz) ve Eli Wallach (Tuco, çirkin, bugün 95 yaşında (1915 doğumlu) ve hala oyunculuk yapıyor, en son Money Never Sleeps filminde oynuyor, 2010).. Sinema tarihinin en kült üç karakteri ve aralarındaki çıkar, arkadaşlık, para, güç ve intikam ilişkisi.

Filmde öyle sahneler varki, sahneler o kadar ağırki normalde insanların sıkılması lazım belki ama bu filmde o ağır sahneler sizi filme çektikçe çekiyor. Filmin başında Melek Göz’ün tanıtıldığı sahnede çiftci ve melek gözün dialoğu ve bakışmaları o kadar kült olmuşki, Tarantino, Inglorious Bastards filminde aynı sahneye gönderme yaparak bir benzerini çekiyor.

Yılda en az bir defa düzenli olarak izlenmesi gereken bir film.

Ve yılların yaşlandıramadığı babalara saygımızı gönderiyoruz.. Artık aramızda olmayan Van Cleef babayı da anarak tabi...



3- Fight Club

Kapitalizme ve kapitalizmin bize empoze ettiği modern yaşamımıza ve bu yaşamın gereksinimlerine karşı anarşist bir duruş üzerine kurulmuş film.



Sinema tarihinin sanırım en tarz ve en iyi giyinen karakteri Tyler Durden (Brad Pitt) ve onun anarşist söylemleriyle kült filmler kategorisinde kendisine saygın bir yer ediniyor..

Film, öyle bir felsefenin üzerine kurulmuş ki, filmden sonra kendinizi dine de verebilirsiniz, bir homeless (evsiz) olmayı da tercih edebilirsiniz veya isyan edip kendinizi anarşizme de verebilirsiniz. Ya da sadece Tyler Durden gibi giyinmek de isteyebilirsiniz.


Tyler Durden’ın filmde yanına aldığı gençlere söylediği, ama aslında bizlere söylediği (kızım sana söylüyorum gelinim sen anla) çarpıcı söylemleriyle seyirciyi koltuğuna çiviliyor. Peşpeşe gelen felsefik yaklaşımlar seyirciyi sarhoş ediyor, birini anlamadan diğeri geliyor.. Modern hayata, para ve kariyer gibi küçük hırslara esir olduğumuz dönemlerde izleyip kendimize gelmemiz gereken bir film. Ve tek izleyişle tamamı anlaşılamayacak bir film, o yüzden defalarca izlenmesi gereken bir film.

Hepsi birbirinden özlü söz olan onlarca Tyler Durden repliğinden üzerinde düşünülmesi gereken birkaçı (ve kabaca çevirileri) ;

self improvement is masturbation” (kişisel gelişim masturbasyondur)
Only after disaster can we be resurrected” (ancak bir felaketten sonra tekrar dirilebiliriz)
Fuck off with your sofa units and string green stripe patterns, I say never be complete, I say stop being perfect, I say let... lets evolve, let the chips fall where they may” (Evinizdeki kanepenizi ve yeşil çizgili desenleri s**r edin, ben size eksiksiz olmayın diyorum, mükemmel olmayı bırakın. Bırakın dağınık kalsın)
First you have to give up, first you have to *know*... not fear... *know*... that someday you're gonna die.” (önce pes etmelisin. Önce bilmelisin, korku değil, bilmek. Birgün öleceğini bilmek)
You're not your job. You're not how much money you have in the bank. You're not the car you drive. You're not the contents of your wallet. You're not your fucking khakis. You're the all-singing, all-dancing crap of the world” (sizler çalıştığınız işleriniz değilsiniz. Sizler banka hesabınızdaki para miktarı değilsiniz, kullandığınız araba değilsiniz. Cüzdanınızın içeriği değilsiniz. Sizler sadece dünyanın şarkı söyleyip danseden pisliklerisiniz.)
Hitting bottom isn't a weekend retreat. It's not a goddamn seminar. Stop trying to control everything and just let go! LET GO” (dibe vurmak bir haftasonu terapisi değildir, bir seminer değildir. Herşeyi kontrol etmeyi bırakın artık, bırakın gitsin. Bırak dağınık kalsın. Koy götüne rahvan gitsin...)
I want you to hit me as hard as you can” (bana vurabileceğin kadar sert vurmanı istiyorum)

Ama hepsinden vurucusu işte bu ;

It's only after we've lost everything that we're free to do anything.” (ancak herşeyimizi kaybettikten sonra herhangi bir şeyi yapacak kadar özgür olabiliriz)

Evet.. Tüm o ihtiraslarımız, ev, araba, kariyer, marka giyim, sosyal statü ve diğer zırvalar aslında birer problem. Bizi tutsak eden, özgürlüğümüzü elimizden alan ihtiraslarımız. Yaşamımızdaki sorunlarımıza bakarsak hep özünde bu ihtiraslar olduğunu görürüz.

Odenecek faturalar, patronun bize haksızlık yapması, istediğimiz arabayı alamamak, saç modelimizin istediği gibi olmaması, bir türlü eritemediğimiz kilolarımız felan filan.. Oysa sokakta yaşayan bir evsiz, tek derdi karnını doyurmak olan ve akşam üşümeden uyumak olan bir evsiz, hepimizden daha dertsiz, çünkü o özgür.. Tyler Durden’ın dediği gibi o herşeyini kaybetmiş..

Ama siz yine de herşeyinizi kaybetmeyin tabi, filmden çıkarılacak sonuç bu değil okuyucu. Sonuç, hayatınızdaki ihtirasların esiri olmayın.


2- Amelie

İşte bir başka başyapıt. Audrey Tatou zaten tek başına bir film için izlenme nedeni, sizi kendine çekiyor. Samimi bir hikayeye serpiştirilen küçük bir aşkın yanında derin felsefi yaklaşımlar, komedi unsurları kusursuz. Anlatım masalsı, filmi izlerken dünyadan kopuyorsunuz. Filmdeki karakterler arkadaşınız gibi, şakalaşmak geçiyor insanın içinden. Filmin müzikleri ise Yann Tiersen yapımı, insanı apayrı yerlere sürükleyen cinsten.

Defalarca izlediğim ve izlemeye doyamadığım filmlerden birisi.




1- Matrix 1

Yerim akademisini de Oscar’ını da imdb’sini de.. Gelmiş geçmiş en iyi filmdir bu. Her şeyiyle 10 üzerinden 25 puan. Defalarca sıkılmadan aynı keyif alınarak izlenebilecek bir film.


Filmde herşeyden önce Wachowski kardeşler sinema tarihinde bir devri kapatıp yeni bir devir açıyorlar. Sinemacılık yepyeni çekim teknikleri kazanıyor bu filmle beraber. Filmden çıkınca artık sinemanın eskisi gibi olamayacağını anlıyorsunuz.

Filmin öyküsü muazzam. İyi-kötü mücadelesinin çok ötesinde yaşamın gerçekliğini sorgulayan felsefi ögeler barındıran bir hikaye. Çok güzel bir aşk hikayesiyle süslenmiş. Romantizm ve bilimkurgunun yanında aksiyon ve heyecan ise had safhada. Bazı aksiyon sahnelerine ise birçok başka filmlerde göndermeler yapıldı (örnek, Trinity’nin filmin başında tekme atarken kameranın 360 derece dönmesi, Shrek’te prensesin haydutlarla kavga etme sahnesinde kullanılması gibi), sinema tarihi klişelerinin arasında yerlerini aldı.

Müzikleri de filmin kalitesine yakışacak cinsten.

Spoiler vermek istemiyorum (hoş hala izlemeyen varsa spoiler haketmiştir ya neyse) o yüzden fazla detaya girmiycema ama yıllar geçsede herşeyiyle benim bir numaramdır bu film.

unfortunately no one can be told what the matrix is Neo, you have to see it for yourself” Morpheous.


Listemiz bitti..