img { max-width: 560px; width: expression(this.width > 560 ? 560: true); }

16 Temmuz 2014 Çarşamba

Beyzbol



Anlamadığım üç tane spor var bana son derece saçma gelen. Beyzbol, hentbol ve kafes dövüşü.
Her spordan bir derece keyif alan, yeri geldiğinde curling bile heyecanla izleyebilen ben bu üç spora bir anlam yükleyemedim bir türlü.
Ön yargılarımızı kırmak ve anlamlandırabilmek için yerinde izleyelim dedim. Gene anlam veremedik. Kurallarını bile anlayamadım açıkcası. Spor desen spor değil, oyun desen oyun değil. Hayatımda ilk defa bir maç izlerken uykum geldi. TV başında izlediğim sıkıcı futbol maçlarını bir kenara koyuyorum, böyle canlı izlerken uyku gelmesi ne ?
Sanırım insanlar da genel olarak kafa dinlemeye gidiyor. Herkes birasının, pizzasının ve hot dog'unun peşinde, arada bir topa vurulursa millet heyecanlanıyor işte o kadar. Zaten topa da yarım saatte bir belki vuruyorlar.
Çok saçma bir oyun.

Maradona


Arjantin kazanamadı dünya kupasını ve Messi de hep Maradona'nın gölgesinde kalmış oldu..
Zaten herkes de Maradona olamaz ...


27 Haziran 2014 Cuma

Radyo TRT'de dinlenir

Memlekete ilk döndüğüm zamanlarda, biraz da şantiyelerde mundar olan yıllarımızın da acısıyla, arabada radyo odtü, virgin fm, power fm ne bilim radyo vizyon gibi kanallar dinliyordum. Sonra zamanla yelpazeyi genişlettik, ne bileyim Fenomen'di, Joy fm'di felan.. Hatta bir dönem Angara fm, karadeniz fm gibi etnik yolculuklara da çıktım, içimdeki halk insanının müzik ihtiyacını giderdim. Dönem dönem cd'de dinlesem de, genelde radyo dinledim hep arabanın radyosunda..

İşten eve, evden işe yolculuklarımdaki radyo arama serüvenim, uygun radyo kanalı arayışlarım TRT Radyo 3'ü bulmamla son buldu..

Hacı, meğer olay TRT Radyo 3'müş, hiç haber vermiyosunuz.. Artık kaç yıllık radyoysa, geçen bir programa denk geldim adam bilmem kaç bin kaçıncı bölümü yapıyoruz dedi, 35 yıldır aynı programı yapıyomuş.. Yuhh dedim.. Şaka gibi. TRT Radyo 3 değil BBC İngiliz Kraliyet FM sanki.

Klasik müzikten tutun da, soft jazz'lar.. ne bilim böyle 1960'lardaki latin ezgilerden alın da Frank Sinatra'lara belli bir zevk sahibi ne dinlemek isterseniz hepsi var...

Geçen bir programa denk geldim misal (sanırım çarşamba-perşembe iş çıkış saatlerine denk geliyor), bir abi sunuyor programı ama sanırsam abinin kafa 1500, normal kafaya sahip bir insanın böyle bir program sunmasını kendi içimde izah edemiyorum zira, adam çalacağı şarkıyı şu şekilde anlatıyor (isimler aklımda kalmadığı için, isim yerine ben falanca diye yazdım, adam hepsini isimleriyle sundu)

"1948 yılında çekilen falanca filmdeki falanca şarkıyla adını ilk duyuran, İtalya'nın Napoli şehrindeki falanca isimli küçük kasabada doğmuş olan falancanın, şimdi size 1953 yılında çıkardığı 3. albümünden falanca şarkısını çalıyorum, bakalım bu şarkıda kendisine trombon'da eşlik eden 1951 yılında falanca filmin de müziklerini yapan, falanca grubunun da kurucusu olan Almanya doğumlu ünlü tromboncuyu tanıyabilecek misiniz ? "

Aşağı yukarı böyle birşeyler dedi adam.. Şaka mı lan bu dedim kendi kendime.. Böyle sunum mu olur, böyle genel kültür mü olur, böyle programın hazırlanması mı olur dedim ama adam tüm şarkıları böyle sunuyor. Çaldığı şarkılar da öyle böyle değil, bugün çıksa hit olacak şarkılar.. Yakaladıkça dinliyorum programı..

Ankara'lılara tavsiyem, hep "Angara'nın bağları, büklüm büklüm yolları" değil, arada TRT Radyo 3 (91.2) 'e de takılın derim, arada kaliteli müzik dinlemek lazım..



cant touch this





Charlie's Angels II'de kullanılmıştı sanırım, Kamuran Diyaz Lucy Lui ve E.T. deki küçük kızla dans ediyodu.. Scary Movie'de de "whatzaap" remixiyle kullanılmıştı.. Sonra American Music Awards'da PSY, gangnam style ile harmanlayınca olay daha da farklı bir boyut kazandı.. 

Bizim jenerasyon için tadı ayrıdır, dinledikçe dinlenebilir :)

Houston'da bir cuma namazı

Bizdeki gibi her köşe başında cami, sürekli duyduğunuz ezan veya minare manzaraları yok tabi burada. İnternetten arayıp bulmanız gerekiyor öncelikle.





Biz de geldiğimizden beri her hafta değişik bir cami deniyoruz bakalım. Genelde zencilerin ağırlıkta olduğu camilerde henüz çok yoğun kalabalıklar rastlamadım. Ama dindar insanların, ve müslümanların oluşturduğu olumlu bir hava var. Bir kaç tane ElKaide militanı tipli arkadaşımızı saymazsak genelde barışçıl bir cemaat diyebiliriz.


Ben de az sayıdaki beyazlardan olarak yerimi alıp, hutbemi dinlemeye başlıyorum. İngilizce hutbe de dinlemiş oluyoruz tabi. Biraz sanki kilise vaazlarından etkilenme var gibi. Ama bizdeki hutbelerin monotonluğundan uzak, daha etkileyici ve daha güçlü hitap var diyebilirim. Zaman zaman celallenen imam efendi arada cemaate fırçayı kaymıyor değil. Diyorum bizim oflu imama bağlamasa bari. İmam zenci ise hafif rapper moduna da geçiyor zaman zaman.


Bayanların da yoğun katılım gösterdiği cuma namazı, uzun süren bir hutbenin ardından kılınan namazla son buluyor. Biz de çıkıp yolumuza devam ediyoruz. Allah kabul etsin.


13 Haziran 2014 Cuma

blended & million ways to die

Beş dakika gazete okumanın insanı bunalıma sürüklediği şu günlerde iki neşeli film izleyelim dedik, biraz da olsa keyfimiz yerine geldi. Tavsiye ederim.

Blended



Özlemişiz Adam Sandler'ın böyle filmlerini. Bu filmlerin en babası da yine Drew Berrymore ile oynadığı "First Fifty Dates" filmidir izlemeyenlere önce onu tavsiye ederim. Zaten bu filmde de ufak bir gönderme yapıyor o filme "hi I'm Tom" repliğiyle, dikkatli sinemaseverler hatırlayacaktır.

Sandler bugüne kadar filmerini güzel yapan her öğeyi yine güzelce kullanmış. Komik çocuklar, romantizm, tropikal mekanlar, komik ve karikatürize yan karakterler vs. Eğer bir Adam Sandler filmi bekliyorsanız eleştirecek birşey bulamıyorsunuz filmde. Daha once ne yaptıysa yine aynısını yapıyor. Ve filmi ağzınız kulaklarınızda izlemenizi sağlıyor. Mutlu bir gülümseme ile evinize gönderiyor sizi.

Filmdeki favori karakerim ise şu arkadaş. Shaq da idare eder ama bu eleman bir başka :



Million Ways to Die in West


Ölüm bu kadar komik filmleştirilebilirdi sanırım. Vahşi batı ve ölüm üzerine çok modern bir mizah. Bu filmler belki çok büyük gişeler yapmıyor ama yeni nesil mizaha yön veren filmler. Farklı bir mizah anlayışı gelişiyor yavaştan.

Filmde bol bol değişik mizah örnekleri olmakla beraber, Amerika'lıları güldüren basit düşme yuvarlanma sakarlık gibi komiklikler de var. Hep Recep İvedik Amerika'ya uyarlansa iyi iş yapar gibime gelmiştir, ortalama Amerika'lının mizah anlayışı bir yerde hep basit komiklik.

Bu filmdeki favori karakterimiz ise şu arkadaş:

 

16 Nisan 2014 Çarşamba

to love from Rome




Vicky Christina Barcelona ve Midnight Train in Paris'ten sonra, Avrupa üçlemesini "Bize Heryer Trabzon" şeklinde tamamlar mı acaba diye düşünmedim değil, ama Woody Allen abimiz tercihini Roma'dan yana kullanmış, sağlık olsun...

Woody Allen severler için tüm beklentileri fazlasıyla karşılayan, Avrupa üçlemesinin ilk ikisinde olduğu gibi filmin ismindeki şehiri başrole koyan, müzikleriyle diyaloglarıyla sinema tatmini yaşatan bir film, tavsiye edilinir..

Filmin en çok neresi hoşuma gitti derseniz eğer duşta opera söyleyen adamı tek geçerim.. Sanki çizgi film izler gibi hissettim, bir sahne bu kadar gerçekçilikle karikatürizelik arasında kalabilir.

Film vizyondan çıkalı .ok oldu aslında, eski filmler arasında yerini almaya bile başladı belki ama biz yinede notumuzu düşelim dedik geç de olsa.  

Sin City - Party Capital of the World

Las Vegas yani... Dünyanın Parti Başkenti veya Günah Şehri diye de biliniyor...


Görüntüler Eylül 2012 ayı içinde Las Vegas'ta gerçekleştirilen iradio festivalindeki bir Pink Performansı.. Uçuyor kendisi.. Lafın gelişi olarak değil, kelime anlamı olarak uçuyor.. Bu performansı gördükten sonra bizimkiler heralde show işini bırakırlar gibime geliyor.. Show business'ın sınırlarını zorlamak bu olsa gerek...

Buralarda takılmak lazım aslında.. Bu konserin bileti kaç paradır acaba.. Tabi sadece Pink değil, Gangam style'dan tutun da Linkin Park, Rihanna'ya kadar herkes var bu konserde.. Biz de ofiste oturmuşuz haftalık rapor yazmaya devam ediyoruz..



Vegas'tan bahsedelim o zaman biraz. Amerika'nın eskimiş iç hat uçuşlarından biriyle, yanımda orta boy obezliğinin tadını çıkartan zenci bir çiftin yanındaki üçüncü koltukta oturan bir beyaz olarak yapmıştım yolculuğumu.. Türkiye şartlarında ağır obez olan bu çift, Amerikan standartlarında hafif balık etli olarak kabul ediliyorlar. Hal ve tavırlarından muhafazakar bir aile oldukları belli, o zaman ne işin var Vegas'ta değil mi ? Ama kazın ayağı öyle değil, insanlar sadece kumar ve eğlence ihtiyaçlarını gidermek için atlıyorlar uçağa gidiyorlar.. Türkiye'ye de böyle serbest bölge misali bir kumar ve eğlence bölgesi yapılabilir diye düşünüyorum.. Aslında Kıbrıs var, hatta Gürcistan var bu işi gören zaten, neden milleti ülke dışına gönderiyoruz ki, yap doğuda veya karadeniz'de özel bir bölge, normalde turizmin çok olmadığı bir yere, insanlar eğlensinler gelsinler hem de bir bölge kalkınmış olur..



Gezi Tavsiyesi formatına girmeyi pek sevmiyorum yazarken ama google'dan search yaparken düşmüş olanlar için kısa bir gezi tavsiyeleri araya sıkıştırıp müsadenizle, normal yazıma geri döneyim.. İşte tavsiyeler:

- Vegas Strip denilen bir ana cadde var, tüm büyük ve güzel oteller bu cadde üzerinde. Bu otellerden birinde kalıp otelleri ve bu caddeyi gezmenizi tavsiye ederim. Yürüyerek gezebilirsiniz bu caddeyi, şehrin geri kalanı uzun süreli kalışlarda değerlendirilebilir, birkaç günlüğüne gidiyorsanız Strip Caddesi size yeter.. Kaybolmazsınız, taksiye ihtiyacınız olmaz..
- Vegas'ın olayı oteller. Her otelin bir konsepti var. Her otel ayrı bir turistik yer gibi, ben bu otelde kalmıyorum diye çekinmeyin, her otele girin gezin.. Bazı otelleri gezmeniz bir günü bile geçebilir.. Yorulduğunuz anlarda ise enfes bir Burger veya Steak damağınızı şenlendirecektir..



- Ve kumar tabi.. Nasıl güzel bir yemek yiyip belli bir para ödüyorsanız, kumara da böyle bakmak lazım.. Ben bir miktar para ödeyeceğim, bunun karşılığında 3-4 saat kumar keyfi alacağım.. Para kazanmak değil, aksine kaybetmek olmalı kumardaki amaç. Zaten kazandığınız para haram oluyor, çıkar biryerlerden.. Ama oynaması çok zevkli.. Güzel bir poker masası, veya geyik bir black-jack veya en kötüsü kollu makineler.. Eğlence sizi bekliyor..




- Grand Kanyon var, ama buna gitmek tüm gününüzü alır.. Eğer 1-2 günlüğüne gittiyseniz gerek yok, ama bir hafta kalacaksanız 1 gün ayırabilirsiniz.
- Oceans Eleven filminin sonunda olan, ve bir alttaki fotodaki su şovunu hem önünden hem de yolun karşısındaki Eyfel kulesinin tepesinden izleyin. Yarım saatte bir tekrarlanıyor...




Bu kadar tavsiye yeter sanırım.. Kendinizi iyi bir otele attıktan sonra her dakikanın tadını çıkartmaya bakın işte...


Vegas gezimize geri dönersek, sefil bir iç hat uçuşundan sonra vardığımız Vegas'ta, biz de önce kendimizi otelimize attık.. Güzel bir duş ve dinlenme faslından sonra gece 10 gibi kumarhaneye doğru kendimizden emin adımlarla ilerledik.. Vegas'ta kumarhane 24 saat boyunca devam eden hadise, o yüzden bir saat sınırlaması yok, ama yine de akşam ve gece saatleri en işlek ve dolu saatler oluyor.. Ben kendimce geliştirdiğim taktiğime uygun olarak akşam 10 gibi kumarhaneye inip gece 3-4'e kadar oynamayı tercih ettim. Genelde insanlar akşam 5-6 gibi kumara oturduklarından, gece yarısına doğru hoşaf gibi olmaya başlıyorlar, ben de saat 10-11 gibi dinç bir şekilde masaya oturunca ne blöf kaçıyor ne rest ne de full-house.. Adeta bir poker face, maverick ya da tam bir gumarcı oluveriyorum.. Ve masaya oturduğumda önümde az sayıda olan chiplerim bir anda küçük dağlar oluşturmaya başlıyor aşağıdaki fotoğrafta belgelediğim üzere...



Masalar genelde çok renkli.. Amerikanın değişik yerlerinden gelen değişik ırklarda, değişik tarzlarda, değişik ingilizce şiveleriyle dolu insanlar.. Poker masası ama kimse de poker face değil, eğlence var, muhabbet var. Zaten insanlar para kazanmaya gelmemiş, eğlenmeye gelmiş.. Çekişmeli bir el açıldığında hemen kritikler yapılıyor, hafiften sataşmalar olabiliyor.. Tüm bu eğlencenin yanında poker ciddiyeti de masaya hakim, öyle cıvıma, kuralları esnetme felan yok, hemen uyarıyı alıyorsun.. Racon var yani ortada. Kağıtlar dağıtıldığı an herkes poker face oluyor, şaka yok. Eller açılınca ise parayı götüren filmlerdeki o meşhur ortadaki parayı önüne çekme zevkini yaşıyor.. Ortadaki pot büyükse eğer, eli kazanan racon gereği bir tane chip'i kağıtları dağıtan adama (kurpiyer) atıyor.. İçkiler gelip gidiyor, isteyen masaj yaptırtıyor oturduğu yerden zira saatlerce süren bir oyun.. Psikolojik, gerilimli ve uzun soluklu...

Sabaha karşı ise yorgunluk ve keyifle beraber odanızın yolunu buluyor ve ertesi gün için dinlenmeye çekiliyorsunuz..


Çölün ortasına kurulmuş bir şehir işte Vegas. Şu yukarıdaki fotoda gördüğünüz ana cadde üzerinde kurulmuş devasa oteller. Ve bu otellerde yapılan devasa şovlar, ve oynanan büyük kumarlar.. Böyle bir şehir işte.. Yolunuz düşerde 1-2 gün uğrarsanız eğer, bundan sonra filmlerde (Ocean's 11-12-13 ve Hangover 1-2-3 gibi) karşınıza çıktıkça bol bol ben burayı görmüştüm ukalalığı yapabilirsiniz...





8 Nisan 2014 Salı

Cacık






Değerli büyüğümüz Aydın Boysan abimizin cacık tarifinde aslında hayatın güzelliğini tarif ediliyor gizliden gizliye. Adam giderayak tüyoyu veriyor. Diyorki sabırla dilimleyin hıyarı, enine değil ha, boyuna boyuna. Keyif alın diyor, hayattan keyif alır gibi. Hıyarı dilimlerken de, yerken de ve hatta tarifi anlatırkende. 90 küsür yaşında bir adamın hayatı cacığa indirgemesi işte.

Ben de bugün cacık yaptım kendime. Özenle ve sabırla. Kurufasulyemin yanında yemek için. Soğan da kırabilirim, henüz karar vermedim. Fasulye pişene kadar karar veririm sanırım. Şu anda Houston'da kurufasulye cacık ve soğandan oluşan akşam menüsüne benden başka sahip ola var mıdır bilemiyorum.



Sumaktır aslında cacığın püf noktası. Salatadaki soğan ve mantı ile beraber sumak'ın anlam bulduğu 3 yerden biridir cacık. Bunu Aydın Boysan abim bile bilmiyor sanırım. Hıyara odaklanmış durumda daha çok. Ölçüsünde sarımsak, ezilecek tabi, nane ve kaliteli bir zeytinyağı.

Yoğurdun kıvamı da bir başka ustalık isteyen püf noktası. Ne çok sulu olacak ne de çok katı.

Cacığı neyin yanında götürdüğünüz ise işin can alıcı başka noktası. Çokları rakının yanında götürür. İyi de gider rakının yanına hani. Ama bir kuru fasulye pilav gibi tamamlayıcı olmaz hiç bir zaman.

Benim fasulye oldu sanırım. Ben fasulye yemeye geçiyorum. Soğan da kıracam yanına. Biraz sarımsak-soğan kokabilirim. Sakıncası yok benim açımdan. Siz de bu arada Barış Manço abimizin, yıllar önce yaptığı ama bugünün bile çok ötesinde olan bu saykodenik, tribal ve de progresif çalışmasını dinleyebilirsiniz...

Övünmek gibi olmasın ama dostlar 
Kendimi hıyar gibi hissediyorum...



veya daha iyisi için link: 
http://youtu.be/u7BBx4osZ-k


O değil de ne dertliymiş Barış abim, neymişki acaba derdi:

Derdim öylesine büyükki dostlar
Kırka yarıp yine kırka bölseler
ve kırk bostana gübre diye serseler
kırkbin tane ot biter de 
kırbin derde deva olur diyorum

Pehh pehhh pehh.. 

Ben fasulyemi soğutmayayım. Yemek müziğimde tamam oldu...

25 Şubat 2014 Salı

August Osage County

 
 
 
 
Julia Roberts'i hiç bir zaman güzel bulmadım ne yalan söyliyim. Kocaman ağız, eblek bir gülüş ve gülmesiyle birlikte alnında beliren kocam damar. Bunu söylediğimde hep tepki aldım ama bu filmi izleyenler gerçek Julia Roberts'ı sanırım görürler. Evet yaşlandı, genç değil artık ama makyajsız düz hali hep buydu aslında.
 
Filme dönersek oyunculuk dışında birşey yok diyebiliriz kısaca. En iyi kadın oyuncu ve en iyi yardımcı kadın oyuncu oscarlarının gideceği yer belli gibi.

Maryl Streep ve Julia Roberts oyunculuk olarak kişisel tatmin yaşayıp aynı zamanda şov yaptıkları bu film eminim birçok insan için bir zaman kaybı.

Konu yok. Müzik yok. Hatta filmin yarısı bir yemek Masası etrafında geçiyor.

Oyunculuklar filmi ne kadar kurtarır bilemem ama sanatsal ve entellektüel görünmek gibi bir derdiniz varsa bol bol övün bu filmi, çünkü bu filmi övenler toplum içinde sinemasever sanatsever olarak algınabilirler. Sırf bu yüzden Akademi de oscarsız bırakmayacaktır bu filmi...

Ordem e Progresso




Gereksiz bir bilgi olarak Brezilya bayrağında ne yazar biliyor musunuz ? "Ordem e Progresso". Yani mealen kanun (veya hukuk, düzen vs anlamında) ve ilerleme (veya gelişim de diyebiliriz). Ülkenin kuruluşunun dayandığı ana felsefe dersek yanlış söylemiş olmayız. Belli hukuk kurallari dahilinde, ve sürekli ilerlemeye yönelik. (Futbolu unutmuşlar, o da olsa tam olacakmış)

Zaten gelişmekte olan ülkeler içinde Brezilya'nin ekonomik yapısıyla farkli bir yönde olduğunu gorebiliriz.Yakıt olarak petrol yerine %70 oranında bio-yakıt kullanmaları (şeker pancarından üretiliyor) da buna bir örnek. Konumuz Brezilya değil ama, geçiyorum o yüzden.

Ordem e Progresso. Türkçeye çevirince Kanun ve İlerleme diyebiliyoruz. Peki eski Türkçeye çevirince ne olur ? Soyliyeyim. Ittihat ve Terakki...Yaaa..  Ittihat ve Terakki %100 karşılamasa da kabaca aynı anlama geliyor diyebiliriz.

Şimdi, tarihe merakı olmayanlar için Ittihat ve Terakki sıkıcı tarih derslerinin baş ağrısından başka bir şey olmayabilir, ama Türkiye tarihi için çok onemlidir. Kabaca özetlemek gerekirse, Hukuk (Ittihat) ve Modernleşme Ilerleme (Terakki) konularına odaklanarak ülkeyi ileriye taşımaya çalışan bir gruptan bahsediyoruz. Osmanlı'dan başlayan, 1. meşrutiyet, 2. meşrutiyet daha sonrasinda Türkiye Cumhuriyeti ile devam eden, içinde Atatürk, Inönü ve Bayar gibi isimleri de barındıran Turkiye'nin aydınlık yüzü aslında. Cumhuriyet ile birlikte Ittihatçilar, Turkiye'yi modern bir ülke yapmak için çalışmaya devam ediyorlar.

Tabi daha sonra çok olaylar oluyor, ilk başta Atatürk'ün yanında olan Ittihat'çılar zamanla ayrı düşüyorlar. Izmir suikasti felan darken çok partili sisteme geçmekle beraber Menderes ve Bayar önderliginde Demokrat Parti'yi de doğuran yine bu Ittihat'çiler oluyor. Bugünkü AKP'nin öncüsü olan Demokrat Parti, Adalet Partisi, DYP ve ANAP, yani liberal-muhafazakar cizginin kökeni, aslında aşırı muhafazakar ve gerici kesimle mücadele eden Ittihat'çılara dayanıyor.

Ne alakası var demeyin.. Nereden baslamıştık. Ordem e Progresso. Kanun ve Ilerleme. Ittihat ve Terakki.. Daha yeni Turkçe'yle soyleyelim bakalim ne oluyor.. Adalet ve Kalkinma :) Bir ışık yandı mı ? Veya ampul :)

Tesadüf müdür bilmem. Kendimce böyle bir tespit yaptım. Bundan 120-130 yıl önce kadar ülkedeki aşırı muhafazakar ve hatta gericilere karşı baslatılan aydınlık, hukuk ve modernlik mücadelesi akımı, bugün geldiği noktada muhafazakar ve gerici olmakla suçlanıyor.

Her zamanin kendine has bir ruhu var işte... Tarihçi değilim, ama Tarihin akışı her zaman etkilemiştir beni....

24 Şubat 2014 Pazartesi

Hustle vs Wolf


Amregeddon ve Deep Imapct gibi orjianl bilimkurguların yanında American Beauty gibi sosyolojik başyapıtlar veya bilgisayar teknolosinin de gelişmesiyle Matrix gibi kilometre taşları.. Tarantino gibi yönetmenlerin Pulb Fiction gibi yaptıları, Gladyatör ve Braveheart gibi efsanevi lirik kahramanlık hikayeleri, Forrest Gump gibi başyaptılar yine bu döneme denk gelir. 1990'ların ortalarından 2000'li yılların başlarına kadarki 10 yıllık dönemden bahsediyorum, çok önemli ve orijinal senaryolar çıkardı Hollywood. O ara senartistler bir coştu yani.

Sonra dizi işine mi verdiler kendilerini senaristler bilinmez, Hollywood'dan senaryo çıkmamaya başladı. Son 10 yıldır özellikle ciddi bir senaryo sıkıntısı var. Sanırım çekilebilecek herşey çekildi. Tüm aşklar, tüm cinayetler, tüm komiklikler, tüm action sahneleri ve hatta tüm siyasi karakterler. Seyirciyi şaşırtacak veya sürükleyecek senaryolar bulmakta zorlanır hale geldi Hollywood. Zaten 2005 sonrası oscar alan filmlere bakılırsa bu durum görülebiliyor. Veya Harry Potter, Yüzükleirn Efendisi, Alacakaranlık veya Açlık Oyunları gibi seriler de Hollywood'un tıkanmışlığı gibi biraz. Veya bol bol biografik yapımlar, Ali, Demir Lady, Elizabeth, Lincoln gibi. 

Ama öte yandan sinema sanatı, teknolojiyi de yanına alarak kariyerinin zirvesine çıktı diyebiliriz. Artık iyi bir sinema filmi neredeyse iyi bir senaryoya bile ihtiyaç duymaz hale geldi. American Hustle ve Wolf of the Wall Street işte bu gelinen noktanın en iyi iki örneği. Eğer bu yıl Oscar bu iki filmden birine verilmez ise, ki benim oyum American Hustle'dan yana, Akademi dükkanı kapatsın bıraksın bu işleri.

Her iki filme de baktığınızda hani konu ne deseniz, çok da söyleebilecek birşey yok. American Hustle'de belki biraz verebilirsiniz ama Wolf of the Wall Street için verebileceğiniz bir spoiler bile yok. O kadar senaryosuz, konusuz filmler. (Konusuz film dediysek o anlamda demedik :) ) Ama gelin görünkü sinema sektörünün geldiği noktada, anlatım gücü, yüksek oyunculuk, görsellik, müzik hepsi birleşiyor ve ortaya keyifle izlenecek başyapıtlar çıkartıyor..

American Hustle...


Tiplere bakar mısınız. Şimdi bu film izlenmez mi ?
Christian Bale oyunculuğun zirvesinde. Zaten film için 10kg felan almış sanırım. Daha önceden de Makinist için 10kg felan vermişti. Walla bravo. 
Kostümler zaten sizi yetmişli yıllara alıp götürüyor. Hikayenin çok da önemi yok ama oyuncular sizi hikayenin içine çekip götürüyor. Komedi unsurları çok yerinde kullanılmış. Karakterler özenle çizilmiş, hissedilerek oynanmış. Akademi bu filmi daha çok sever gibi geliyor.. ,

Wolf of the Wall Street...


Akademi artık Leonardo'ya bir heykelcik verir bu yıl. Leanorda sadece yakışıklılığıyla orada olmadığını kanıtlayalı çok bile oldu aslında. Martin Scorsese ise resmen artık ustalık zamanını yaşıyor. 3 saatlik böyle lirik bir film yapmak, hem de ortada bir senaryo olmadan, bir sinema başarısından başka bir şey değil. Filmde bol bol gülüyor, bol bol kendinizi kaptırıyorsunuz. 3 saat nasıl geçiyor farkına bile varmıyorsunuz.

 
Bu yılki Oscar'ın en iyi filmi bu iki film arasında gider gelir diye tahmin ediyorum. Gravity gibi enteresan yapımlar da var ama Oscar sanırım goes to American Hustle diyorum...


edit: Sevgili Akademi, madem 12 years of slave'e Oscar verip ırkçı olmadığınızı ıspatlamaya çalışacaktınız, geçen yıl Django'ya verseydiniz ya en iyi film oscarını.

13 Şubat 2014 Perşembe

Dağ ve Nuri Nuri Ceylan




Bazı filmleri Nuri Bilge Ceylan'ın çekmesi lazım. Yavaş ilerlemeli bazı filmler. Psikolojiyi yavaş yavaş vermeli izleyiciye... Fotoğraf karelerinden oluşmalı, ve her sahneyi bir fotoğraf karesine bakar gibi bakıp sindirmeli izleyici...
Hele de dağın başında çekiyorsanız görsel şölen yaratmalı, her an ayrı bir fotoğraf karesi gibi olmalı..
Diyaloglar yavaş ama gerçekçi olmalı, içine çekmeli seyirciyi. Gerçek insanların diyalogları olmalı...
Flash-back'lerle değil anlatımla verilmeli hikaye...

Evet sıkıcı oluyor böyle yavaş ve sanatsal filmler doğrudur ama, eğer Dağ filmini Nuri Bilge veya bu tipte bir yönetmen çekmiş olsaydı, ortaya çok daha güzel birşey çıkabilirdi..

Şimdi ne çıktı, iyi bir konu ama yer yer zorlama bir senaryo ve biraz da havada kalmış bir film. Olmamış yani, konu mundar edilmiş biraz.


Bir zamanlar Anadolu'da.. Şu yukarıdaki kareye bakın mesela, fotoğraf bile değil, tablo gibi.
Konuşmalar diyaloglar, gerçek hayattan geliyor.. Senaryo olsun diye konuşmuyor karakterler, mada yoğurdunun kokusunu konuşuyorlar gecenin bir yarısı..

Beğenmeyebilirsiniz. Bu ne beklediğinize bağlı tabi. Elma alıp, portakal tadı gelmedi diye manavı eleştirebilir misiniz ? Nuri Bilge hiçbirzaman heyecanlı, aksiyonlu ve tempolu bir film vaad etmiyorki izleyiciye, ya da tüm filmler böyle olacak diye bir kural mı var ? Nuri Bilge görsellik vaad ediyor, hikaye vaad ediyor ve oyunculuk vaad ediyor. E film dediğimiz şey zaten görsellik, oyunculuk ve hikaye üçlemesinin birleşmesinden oluşmuyor mu, belki bir de müzik ekleyebiliriz buna.. O zaman, film ağır gidiyor, hikaye sarsıcı değil diye eleştirmek ne..

Ama ben diyorum ki, Dağ gibi orjinal bir konuyu, Cem Yılmaz'ın deyişiyle, Nuri Nuri Ceylan çekmiş olsaydı, acaba ortaya nasıl birşey çıkardı ? Dağ'daki görsellikleri, diyalogları, askerlerin yaşadıkları psikolojinin izleyiciye verilmesini düşünemiyorum bile..


Şehitlerimizi ise saygı ve şükranla yad ediyoruz bu arada, mekanları cennet olsun inşallah.. 

Efendi

Sene 2004 sanırım. Kurtlar vadisinin tüm Türkiye'yi ekranlara kitlediği yıllar. Trabzon'da kahvelerin bile kurtlar vadisi saatinde boş olduğu yıllardan bahsediyorum. Süleyman Çakır daha ölmemiş. Çok iyi bölümlerdi. Dönemin Muhteşem Süleyman'ı.

Bölümlerin birinde, bu Polat'ın MİT'teki müdürü bir kitap okuyordu. Efendi. Soner Yalçın'ın o zaman yeni çıkardığı bu kitabın dizide biraz da reklamı yapılıyordu. Ta o zamandan beri bu kitabı okuma niyetim vardı hep erteledim. Ve geçenlerde sonunda alabildim kitabı ve okudum.



Edebiyat'la ilgili çok post atmamakla birlikte, okuduğum kitaplarda daha çok tarihsel, biografik ve klasik edebi türler hep daha çok ilgimi çekmiştir. Efendi de çok uzun olmasına rağmen, zaman zaman romansal havası ve sürükleyiciliğiyle beğenerek okutuyor kendisini.

1800'lerin sonundan başlayan ve 1960 darbesine kadar gelen süreçte ülkemizi yönetenlerin hikayesini belli başlı birkaç aile üzerinden anlatan çok etkileyici bir tarihsel kitap. Müthiş bir araştırma herşeyden önce. Soner Yalçın'ı beğenirsiniz beğenmezsiniz yazdıklarını tasvip etmeyebilirsiniz vesaire ama yapılan bu çalışma hakkında saygı duymamak mümkün değil.

Bizim kuşak dahil ve daha gençlerin, yani 1980 ve sonrasında doğanların Türkiye yakın tarihini anlamak adına muhakkak okuması gereken bir kitap. Lisede tarih derslerinde dinlediğimiz o sıkıcı Osmanlı son dönemli meşrutiyet hikayelerinin, Kurtuluş Savaşı ve ardından Cumhuriyetin Atatürk ile geçen o ilk yılları, daha sonrasında kulaktan dolma birkaç bilgi dışında pek birşey bilmediğimiz 27 Mayıs ihtilalinin arka planı çok güzel bir dil ve araştırma ile anlatılıyor.

Çok enteresan bilgilerin olduğu, Türkiye'de 150 yıldır oynanan oyunların pek de değişmediğini, halkın demokrasi ile imtihanını zaman zaman üzülerek, zaman zaman heyecanlanarak bazen de şaşırarak okuyorsunuz.

Halid Ziya Uşaklıgil'in Atatürk'ün kayınçosu olduğundan tutun da, Nazlı Ilıcak'ın kardeşinin Ömer Çavuşoğlu olmasından, Adnan Menderes'in zamanında Altay takımında futbol oynamış olmasından tutun da Sabetayizmin hangi ailelerde olduğuna kadar bir çok şaşırtıcı hikayenin ve olayın anlatıldığı bu kitabın, söylediğim gibi twitter'da, face'de veya internette zamanını harcayan, kitap olarak Harry Potter ve Twilight okuyan, hatta Justin Bieber dinleyen zamanın tütekim toplumu yeni jenerasyonlarının mutlaka okuması gereken bir kitap.


7 Ocak 2013 Pazartesi

Kemençe vs heavy metal


Bizim oranın müziklerinde hep bir heavy metal ruhu hissetmişimdir... Hızlı bir Akçaabat kemençesinin Trash Metalden, ağır bir Tonya kemençesinin Death Metalden çok da farkı yoktur aslında.. Söylemleri sözleri olsun, enerjisi, ritimleri ve hatta soloları..

Misal şurada 2:20 gibi başlayan kemençe solosunun, ne farkı var Metallica'nın One şarkısının sonundaki solodan ?



yani şurdaki 5:25 gibi başlayan solo:


18 Eylül 2012 Salı

Tunalı


Ankara için Tunalı önemlidir.. Ankara'lı için ise çok da önemli değildir, sonunda Karum'a ve Kuğulu Park'a ve Seymenler Park'ına ulaştığınız sıradan bir tane cadde işte ama o kadar da basit değildir Ankara'lı için...

Zamanında sevdiğiyle bu caddede elele gezemeyişi Yılmaz Erdoğan'ın içine oturmuş bir cadde aynı zamanda...


Yan taraftan Bestekar'a ordan da Tunus'a doğru uzanabilirsiniz.. Çok değil daha 10 yıl öncesinin bu sessiz mekanları, artık bir çeşit barlar sokağı.. Ama ilk açıldığı zamanlardaki kadar havalı da değil.. 

Lafı nere getircem.. Diyorumki, şu Tunalı bir trafiğe kapansa.. Akşam saatlerinde yol kenarında biriken çöplere bir çözüm bulunsa. Tunalı üzerinde kafeler biraz yola sandalye masa atsalar İspanya Fransa misali.. Zaten Ankara'da orjinal birşey yok, Tunalı neden olmasın ? Sonunda da Kuğulu Göl ?


6 Eylül 2011 Salı

Teo


Benim jenerasyon için çok şey ifade eder Teo, ve saçma sapan ticari şarkılar yapmaya başlamadan zirvede bırakması da çok güzel oldu.. Onu hep çok güzel şarkılarıyla hatırlayacağız.. Sahneyi bırakması da iyi oldu performansı kötüydü.. Ama şarkıları bambaşka, dedim ya bizim jenerasyon onunla büyüdü biraz.. Müziği bırakmasının şerefine en iyi 10 Teo şarkısı listesi yapalım dedik biz de.. Buyrun bendenizin en sevdiği 10 Teo şarkısı..

10-Rapsodi İstanbul

Hangi kentte bu denli acı var
Başka nerde İstanbul kadar

Teo kadar güzel İstanbul şarkısı yapan var mı acaba ?

9-Kupa Kızı Sinek Valesi

Bir iskambil falında çıkmıştık birbirimize
O güzel kupa kızıydı sinek valesiydim bense


8-İstanbulda Sonbahar

İstanbul bugün yorgun Üzgün ve yaşlanmış
Biraz kilo almış
Ağlamış yine rimelleri akıyor


7-Rüzgar Gülü

Dedim, benim kadar yanlızsan
Tek gecelik aşksan
Bir anıdan kaçıyorsan
Dibe vurduysan ya da hala düşüyorsan

6-Uykusuz Her Gece

Neydi kopan içimden
Yıllar zincirinden
Öldüm sanki yaşarken
Kaçtım hemen o sahneden 

5-Gönülçelen

Kırıklarını aldırdım kalbimin
Zırhımı çıkarttım astım portmantoya
Güzel vücutlar boş suratlar
Benimse yenmiş tırnaklarım
Titrek ellerim var

4-Papatya

Ovv Papatya vuu-haaa-aaa (hastasıyız burdaki Özlem Tekin vokalinin)

3-Ne ekmek ne de su

Ne ekmek, ne de su
Sensizlik korkusu
Istemem yeter ki sen
Yanımda ol

İlk Teoman ismini duyduğum şarkıdır ve ilk duyduğumda biraz hissetmiştim yeteneği..

2-Zamparanın Ölümü 2

E çiftletme memur abi nefesim 95 oktav
Patlarız valla alimallah yanımda kibrit çaksan
Sen sormadan ben söyliyim ne ehliyet ne ruhsat ne de
Sigortam var sadece bu meymenetsiz surat

1-İstasyon İnsanları

Eskiden çok eskiden ben daha çok küçükken
Henüz cennet plaji otopark olmamisken
Mercanlarin arasinda küçük baliklar vardi
En güzellerin el boyunda kavuniçi olanlardi
Bir gün bir rüya gördüm o kavuniçi balik benmisim
Büyümem beklenmeden afiyetle yenmisim
Istasyon insanlari burdalar tesadüfen


Ruhinin acıklı hikayesini anlatır bu şarkı ki benim en çok sevdiğimdir.. Sevgili Levo bu şarkı senin için, az dinletmedin bana zamanında :)

4 Eylül 2011 Pazar

Yayla Volume 3


Yıllık düzenli yayla ihtiyacımızı giderdik bu Bayramda.. Herkesin bayramı kutlu olsun bu arada...


Şunu gördüm ki huzur buralarda.. Hava temiz, yemekler genleriyle oynanmamış cinsten, insanın derdi stresi yok, herkesin ailesi akrabası yanında felan.. Biraz sıkıcı evet, zira yapcak birşey yok.. Yaylada inek beklemekten veya kahvede oturmaktan başka bir seçeneğiniz yok.. Buranın dünyası da böyle..


2 Eylül 2011 Cuma

Dünya gözüyle bunu da gördüm ya !


Trabzonspor'u Şampiyonlar Ligi gruplarında sonunda görebildik, buna da şükür.. Bu elimizden haksız şekilde alınan kaçıncı şampiyonluğumuz bilemiyorum ama işte en azından şampiyonlar ligi tesellimiz oldu..

Şimdi soru şu ? Benim el hangi deplasmana gider ?

Eylüle'de Milano ? Guiseppe Meazza'da 1983 yılının rövanşına şahitlik etmek ?
Ekim'de Moskova ? Moskova'daki eski dostlarla hasret gidermek ?
Aralık'ta Lille ? Fransız gettolarında da "Bize Her Yer Trabzon" demek...

23 Ağustos 2011 Salı

Güle Güle Şakir Amca..


Çok sevdiğimden değil ama sonuçta az ekmeğini de yemedik yalan yok, üzülüyor insan işte biraz.. İsmini telafuz edemezdik korkudan, Şakir Amca derdik şifreli bir şekilde.. Fotoya bakar mısınız, Kaddafi'nin yüzüne gülenler sonra nasıl da arkasından bıçakladılar adamı.. Fotodakilerin nerdeyse hepsi adamın ocağına incir ağacını dikti, hayat böyle işte.. Kaddafi de yazık, yıllarca kendisine (korkudan) yalakalık yapan halkının isyanına mı yansın, yoksa bu yukardakilerin yüzüne gülüp arkasından iş çevirmelerine mi ?

Libya'da olaylar ilk başladığı zamanlar, ki o zaman henüz bu Arap Bahar'ı olayında şiddet ve kan daha başlamamıştı, "Mısır veya Tunus'a benzemez, Kaddafi'yi kolay kolay deviremezler, devirseler bile çok uzun ve kanlı olur" demiştim... Nitekim öyle oldu, NATO desteği olmasa deviremezlerdi yine de ve NATO desteğine rağmen de çok uzun ve kanlı oldu.. Üzülüyorum ölen insanlara da bir yandan..

Sayılı günleri kaldı Kaddafi'nin Libya'da.. Bu saatten sonra çarpışarak mı ölür, başka bir ülkeye mi kaçar, hapse mi girer bilemiyoruz, bekleyip görecez.. 1 Eylül 1969 devrim yaptığı tarihti Kaddafi'nin, her yıl 1 Eylül'de devrim kutlamaları olurdu.. Kaderin bir cilvesi belki bu yıl 1 Eylül, onun devriminin resmen sonu olduğu tarih olacak, tam 42 yıl sonra..

Asıl bundan sonrası da ayrı bir soru işareti.. Kaddafi gittikten sonra bir iç savaşta çıkabilir, iktidar kavgası.. Çok sayıda aşiret var Libya'da ve hiçbirinin de iktidarı (ve milyarlarca doları) başkasına kolay kolay bırakacağını sanmıyorum.. Libya'da yaşarken hep "umarım ben burdayken Kaddafi'ye birşey olmaz" derdim, çünkü Kaddafi'den sonra ülkenin çok karışacağı belliydi.. Umarım geçiş olayını kolay atlatırlar..

Er ya da geç, öyle veya böyle, 1-2 yıl içinde Libya'da sular durulduğu zaman ise, bizim inşaat sektörü yaşadı.. Çünkü ülkede para çok ve yapılacak çok çok çok fazla inşaat var.. Çok ekmek çıkar oraya gidecek inşaat şirketlerine, akıllı olanlar tabiki..

son not : bazı şeyleri de unutmamak lazım.. 1974 senesinde Kıbrıs'a çıkartma yaptığımızda, tüm dünya bize ambargo uygularken, bize maddi manevi destek olan, havaalanlarını açan ülke Libya, lideri de Kaddafi'ydi...