img { max-width: 560px; width: expression(this.width > 560 ? 560: true); }

31 Aralık 2010 Cuma

Memleket Volume bilmemkaç

Yine yaptık memleket ziyaretimizi.. Deniz kıyısında yürüyüşümüzü de yaptık, fotoğraflarımızı da çektik..
Küçükken hem denizci olmak isterdim, dede mesleğidir aslında.. Olamadık ama neyseki bir dönem denizcilerle çalışma şansım olmuştu, yani o tadı biraz almışlığım vardır.. Ama şu denizin verdiği huzur da hiçbirşeyde yok.. Bir kayığın üstünde hafif sallanarak, arkadaşlarla sohbet edip iki tek atmak varya işte tadından yenmez...




hastasıyım da bu ördek ve kaz milletinin.. böyle paytak paytak, pıtı pıtı..

29 Aralık 2010 Çarşamba

Mutlu Noeller 2011..




Bir yılı daha yemiş bulunmaktayız.. Yeni yılın

herkese bol para, araba, tatlı yaşam..
sağlık sıhhat
Trabzonspor'a şampiyonluk
güzel filmler, kitaplar, müzikler
bol gezmeler tozmalar
denize girmeler, güneşlenmeler
arkadaşlarla hoş sohbetler
aşk
yeni fırsatlar, işler, heyecanlar, başlangıçlar
barış
ve mutluluk


getirmesini diliyorum...

Bir dil bir insan

Yabancı dil bilmek çocuk bakmak gibidir.. Çocuğu yaptıktan sonra başlar işiniz, ben yaptım tamam diyemezsiniz.. Sürekli beslemeniz bakmanız ve büyütmeniz gerekir. Eğer unutursanız çocuk tek başına ayakta kalamaz, Allah korusun kaybolur gider.. Ne zaman kendi ayaklarının üzerinde duracak yaşa gelir, o zaman kendi başına bırakabilirsiniz...

Dil de böyledir işte.. Bir defa öğrendim tamam hayatımın sonuna kadar benimle gelcek diyemezsiniz.. Hele de anadil seviyesine yaklaştıramadıysanız hemen unutursunuz, ilk fırsatta kaçar gider.. O yüzden, çocuk besler gibi sürekli beslemeniz ilgilenmeniz gerekir.. Yoksa unutur gidersiniz..

Bugün size tanıtacağım site dil öğrenmek için, veya bildiğiniz bir dili hatırlamak veya geliştirmek için kullanabileceğiniz çok güzel bir site.. livemocha.com .. dinleyebiliyorsunuz, okuyorsunuz, konuşuyorsunuz, yazıyorsunuz, başkaları sizin çalışmalarınızı düzeltiyor siz de isterseniz başkalarının.. Eğlenceli..





Bir dil bir insan demişler evet.. Ama nerde çokluk orda b.klukta demişler.. Eğer bildiğiniz dil sayısı 3-4'ü geçmeye başladıysa, işte o zaman geçmiş olsun.. Evde ordan oraya koşturup ortalığı yıkan yaramaz çocuklar gibi beyninizin altını üstüne getiriyorlar.. Beyinden duman çıkmaya başlıyor. Hangi kelimenin hangi dilde olduğunu karıştırmaya başlıyorsunuz... O yüzden, siz siz olun bir dili tam oturtmadan ikinci bir dile girişmeyin..

14 Aralık 2010 Salı

Wallpaper Hizmeti # 4

Wallpaper serimize iki çalışmayla daha devam ediyoruz. Ben ikisini de denedim masa üstünde, güzel durdular. İlk wallpaperımızın ismi "Dün yediğin turuncu dombul hurmalar..."


İkinci wallpaper ismi olarak da "dolmuş sırasında 'hocam bahçeliden geçer mi ?' diye soran kuş" düşündüm. Biraz uzun bir isim düşündüm, evet...



13 Aralık 2010 Pazartesi

Ankara'da ilk Kar


Ankara’ya geleli 6 aydan fazla oldu ama Ankara’yla ilgili bir post yazamamışız henüz. Yılın yağan ilk karı nedeniyle ilk Ankara postumuzu da atalım dedik.

Cuma akşamı başlayan kar Ankara’yı bembeyaz bir hale soktu. Gotham City vari griliği biraz olsun aydınlanmış oldu Ankara’nın. Sanırım bir süre böyle karla yaşayacağız, yapcak birşey yok Ankara demek karlı kış demek zaten.. Ayrıca kuru ayaz, donan kaldırımlar, kaşkol, bere, eldiven, titremek, pembeleşen burun ve dışarda lapa lapa kar yağarken evde film izlemek demek.


Libya çöllerinden buralara daha yeni geldiğimiz için, tabi bünye alışık değil kış şartlarına, nasıl olduysa artık 20 derecenin altında burnu akan bir insan olmuşuz. En son 3 yıl önce Rusya’da bırakmıştık kış iklimini.. Ama adapte olmak çok zor olmadı, hemen hatırladık kış soğuklarını, nede olsa yıllarımız geçti daha önce bu şehirde..


İşte karlı Ankara. Ankara'yı hep böyle hatırlamak lazım. Kar olmasa bile o dondurucu kuru soğuk hep vardır tabi.

Ankara'nın Dikmeni, Bir daha gelirsem sev beni :)

Kızılay'ı hep sevmişimdir. Ankara'nın tek düzensiz ve Ankara'ya benzemeyen yeri belki de. Yazın bu bölge şantiye alanı gibiydi, her yerde çalışmalar kazılar felan filan. Bitince şu aşağıdaki fotoğraf gibi oldu işte. Aslında çok da bir fark yok gibi, şu gördüğünüz direkleri dikmişler o kadar, sanırım altyapı felan da yenilendi ama biz göremiyoruz tabi. Muhtemelen belediye'ye yakın (!) bir çok firma iyi ekmek yemiştir bu işten.. Ama fena da olmamış, biraz daha iyi..


Ankara postları devam edecek...

7 Aralık 2010 Salı

Wallpaper Hizmeti #3

Wallpaper hizmetimize devam ediyoruz.. "Kedi ve sokak" konulu çalışmalarımı bilgisayarlarınızın masaüstünde gönül rahatlığıyla kullanabilirsiniz...


6 Aralık 2010 Pazartesi

World Cup

Önümüzdeki 12 yılın Dünya Kupası programı sırasıyla şu şekilde belli olmuş ;

2014 : Brezilya (bu zaten belliydi)
2018 : Rusya
2022 : Katar



Eğer bir dünya kupası görmek istiyorsanız, bu iş için en mantıklısı sanırım Brezilya olacaktır.

Rusya'da ciddi organizasyon sıkıntıları bekliyorum, ayrıca çok pahalı olacaktır. Şu anda bile otellerde yer bulmak çok zor ve özellikle Moskova'da Otel fiyatları çok rahat 500 usd'ların üzerine çıkabiliyor. Bunun dışında şehir içi ve şehirlerarası ulaşım, güvenlik ve genel pahalılık diğer yaşanması muhtemel problemler olacak gibi. Ama en yakın yer olması açısından gene biraz avantajlı Rusya, en azından Soçi'de oynanacak maçlara günübirlik bile gidilebilir. Bu arada aklıma gelmişken, şu Rusya ile Vize kalktı haberi henüz hayata geçmedi. Hala Rusya vizesiz gelenleri kabul etmiyor, anlaşma yalan olmuş olabilir, ya da ertelenmiş..

Katar'a gelirsek, ülke çok küçük olduğundan herşey içice olacak gibi. Muhtemelen çok modern stadlar yapılacak (Güney Afrika stadlarının son anda yetişmesinden dolayı sanırım 12 yıl önceden karar vermiş olabilirler) ve bu stadlar turnuvadan sonra boş kalacaklardır. Ama ülkenin küçük olması, gezilecek bir yerin, yaşanacak bir kültürün olmaması gibi birçok sebep çok cazip kılmıyor Katar'ı. Yani maç izlemek dışında yapılacak hiçbirşey yok, belki 1-2 maçlığına bir kaç günlük gidilebilir.

Ama Brezilya öyle mi ? Git 1 ay yerinde takip et. Gezilecek yerse gezilecek yer, kültürse kültür, Futbolsa futbol.. Uçak parası biraz masraflı olabilir, onu da artık önümüzdeki yıldan itibaren biriktireceğimiz millerle aradan çıkartabiliriz..

3 Aralık 2010 Cuma

Behzat Ç. vs Dr. House


İkisinin de kendine has sivri karakterleri var.
İkisi de agresif.
İkisi de eski aşklarını unutamıyorlar.
İkisi de boşanmış.
İkisi de feleğin çemberinden geçmişler o yüzden hayata karşı biraz isyankarlar.
İkisi de alkole meyilli.
İkisini de hayata bağlayan tek şey işleri.
İkisi de işlerinin en iyisiler.
İkisini de yöneticileri seviyor, ama söz geçiremiyorlar. Çünkü ikisi de otorite tanımıyor.
İkisi de çok zeki.
İkisinin de yanında genç meslektaşları çalışıyor, ve gençler onlardan çok şeyler öğreniyorlar.
İkisi de antipatik ve gıcık, ama ikisinin de sert görünüşlerinin altında aslında sevgi dolu kalpleri var.
İkisi de saç sakal traşını pek sallamıyor.
İkisi de dağınık ve pis.
İkisi de insanlara kaba davranıyor.
İkisi de dobra, ve sözlerini esirgemiyorlar.


Bu arada Behzat Ç her hafta kendini aşmaya devam ediyor.. Sanki dizi değil her hafta bir film izliyoruz.. Hala izlemeye başlamadıysanz şiddetle tavsiye olunur.. Behzat Ç'nin son bölümünden bir replikle postu bağlayalım ;

Selim : Amirim size bir paket geldi. Paket biraz şüpheli, (paketi sallayarak) içinde bomba olabilir, bomba ekibini çağırıyım mı ?
Behzat Ç. : Olm sen mal mısın ? İçinde bomba olduğundan şüphelendiğin paketi ne sallıyon la ?

2 Aralık 2010 Perşembe

Wallpaper Hizmeti # 2

Bohem Dünyam olarak siz değerli az sayıdaki iyi kalpli takipcilerime wallpaper hizmeti sunmak istiyoruz.. "Pencerenin duvardaki yalnızlığı" konulu çalışmalarımı, bilgisayarınızın masaüstünde gönlünüzce kullanabilirsiniz. Fotoğrafların üstüne tıklayıp, fotoğrafların gerçek boyutlarını görüp, o şekilde bilgisayarınıza kaydetmeniz tavsiye olunur...



1 Aralık 2010 Çarşamba

Karadağ (Montenegro)


Bosna Hersek'le başlayıp Hırvatistan'la devam eden, elimizde fotoğraf makinesi Japon turist gibi ortalıkta dolaştığımız gezimizin son durağı da Karadağ'dı, yabancıların söylediği şekliyle MonteNegro.


Karadağ küçük bir ülke, kendi para birimleri bile yok, Euro kullanıyorlar. Başkentleri Podgorica. Budva denen küçük bir sahil kasabaları var, gece hayatı özellikle meşhur olmaya başlamış ve muhtemelen yakın zamanda ismini daha da çok duyacağız buranın. Karadağ buraya yatırım yapıp buraya bir gece hayatı ve kumar turizmi yerleştirmeye çalışıyor. Bu konuda bayaa projeler var gibi, sanırım küçük bir Monte Carlo gibi olacaklar, ya da olmak istiyorlar.


Tabi biz gittiğimizde artık Kasım ayının sonları olduğu için pek bir gece hayatı göremedik, sanırım yazın çok canlı oluyormuş.


Budva dışında görülmesi gereken diğer bir yer ise Kotor. Kotor'da Budva'ya yaklaşık yarım saat mesafede, dağların eteğinde, denizin kıyısında müthiş güzel orta çağdan kalma tarihi bir yer. Gezi boyunca sürekli bizi takip eden dar sokaklar, ortaçağ mimarisinin günümüze taşınması burda zirve yapıyor. Öyleki, nereye baksanız bir fotoğraf karesi, hatta bir tablo görüyorsunuz. Belki benim nacizane fotoğraflarım bu duyguyu yeterince veremiyor ama fotoğraf meraklılarına tavsiye edebileceğim bir yer kesinlikle..



Fotoğrafa meraklı olmasanız bile her yeri çekmek istiyorsunuz, çünkü söylediğim gibi her yer bir fotoğraf karesi. Umarım beğenirsiniz fotoğrafları, wallpaper olarak da güzel duruyorlar, tavsiye edebilirim bu arada, fotoğrafların üzerine tıklarsanız gerçek boyutlarıyla bilgisayarınıza kaydedebilirsiniz.



Kumarhaneler de mevcut bolca. Yukarıda söylediğim gibi aynı zamanda kumarhane cenneti haline de getirmek istiyorlar bölgeyi. Biz de tabi hemen kaptırdık kendimizi kumara, neyse çok kaybetmeden kendimizi durdurabildik. Sonuç, kumar kötüdür.


Burası da Dubrovnik gibi yazın ziyaret edilmesi gereken yerlerden. Hem deniz, hem gece hayatı olarak yazın çok daha neşeli olacağı kesin. Ayrıca dalış meraklıları için, güzel dalış noktaları olduğunu da hemen belirtelim.


Kotor ve Budva bayram tatili gezimizin son durağı olmuş oldu. Burdan da memlekete doğru yola çıktık. Ve rutin hayatımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz, başka başka tatil ve gezme hayalleriyle...

30 Kasım 2010 Salı

Hırvatistan

Bosna'dan ayrıldıktan sonra rotamızı Hırvatistan'a çevirdik. Hırvatistan'ın sevimli ve tarihi sahil kasabası olan Dubrovnik'e vardık.. Dubrovnik hoş bir sahil kasabası gibi.

Dubrovnik'in tarihte de şöyle bir durumu var, adamlar savaş yapmamışlar, orduya para harcamak yerine gelene geçene vergi vermişler. Roma'lılar gelmiş onlara vergi vermişler, Osmanlı gelmiş onlara vergi vermişler, bir ara hem Osmanlı'lara hem Venedik'lilere vergi vermişler.. Böyle olunca tabi hiç yıkım olmamış şehirde (92'deki son savaşa kadar), Osmanlı'da girmeyince tabi Osmanlı eserleri de pek yok, müslümanlaşma da yok..


Bu Dubrovnik'in zenginliği birincisi ticaretten geliyormuş, liman şehri olmanın verdiği avantajı iyi kullanmışlar. Bir de Tuz üretimi varmış burda, ki o yıllarda çok değerliymiş. Tuz çok olunca tabi bol bol kullanmışlar, sonra damak tadı olarak tuzlu yemek alışkanlıkları oluşmuş. O yüzden yemekleri tuzlu geliyor biraz, hatta bazen ayarı bile kaçırıyorlar. Neyse, bunlar böyle tuzdan ve ticaretten voleyi vurunca, savaşmak yerine gelen geçen güçlü devletlere vergi vermişler, rahatlarına bakmışlar. Fena da yapmamışlar hani..



Stari Grad (yani eski şehir) denilen yer, bu tarihi şehrin kale surları içinde kalan tarihi kısmı. Ortaçağ mimarisinin ağır bastığı, hoş sokakların olduğu, dinlendirici ve eğlenceli bir yer. Küçük ama bir sürü güzel kafeler, restoranlar ve barlar bulmak mümkün.



Yüksek binaların dar sokaklarla bölünmesi bu bölgede sıkça rastladığımız bir durum, özellikle yazın aşırı sıcakta binaların birbirine gölge yapabilmesi için böyle yapılmışlar. Böyle bir sahil kasabası yani Dubrovnik.


Anladığım kadarıyla yazları çok güzel oluyor burası.. Türkiye için Antalya ne ise, Avrupa için de Balkan kıyıları o anlama geliyor sanırım. Güney Fransa ve İspanya gibi pahalı yerlere gidemeyen Avrupalı genç turistler daha çok bu taraflara yöneliyorlar. Yazın gelip görmek lazım ayrıca..


Dubrovnik'i de iki günde aradan çıkardıktan sonra, rotamızı Karadağ (Montenegro) 'da ismi yeni yeni duyulmaya başlanan ve ilerde daha da çok duyacağımız, Budva isimli yine şirin ve tarihi bir yere doğru yola çıktık...

PS : Bu arada bizden hemen sonra Dubrovnik'i sel basmış...

29 Kasım 2010 Pazartesi

Bosna Hersek


Aslında 3-5 günlük paket turları pek sevmem. Bugüne kadar da gitmişliğim de yoktur, ama işte Bayram Tatili felan derken modaya uyguk biz de. Kurban Bayramında Balkanları aradan çıkaralım dedik ve Bosna Hersek, Hırvatistan ve Karadağ üçlü turu yapmaya karar verdik.

Şimdi böyle 2 günlüğüne bir yere gidince elde fotoğraf makinesi Japon turist gibi gezmek dışında pek bir şey yapamıyorsunuz. Ne kültürü tanıyabiliyorsunuz, ne güzel mekanları keşfedebiliyorsunuz, ne insanlarla tanışabiliyorsunuz ne yemeklerin hepsinden tadabiliyorsunuz.. Sadece merkezi yerleri ve tarihi eserleri gezip önünde fotoğraf çektirebiliyoruz.. Sonra da bunları face'e yukleyip sevdiklerimizle paylaşıyoruz. Benim face yok, o yüzden burda paylaşıyorum mecbur. Bazen merak ediyorum insanlar seyahatlere değişik yerleri görmek için mi gidiyorlar ? yoksa değişik yerlere gittiklerini face'de insanlara göstermek için mi ?

Bu sosyal tespiti de yaptıktan sonra gezimize dönelim. İlk şehrimiz Saray Bosna idi. Orjinal adı, Sarajevo imiş. İsmi, Saray'ın Yeri 'nden geliyormuş. Osmanlı ilk buraya geldiğinde buraya Saray'ı kurmuş, sonra da adı Saray'ın Yeri olmuş. Geyik değil bu gerçek, yani rehber öyle söyledi en azından...


Ve tabi savaş. Uzun yıllar Tito yönetiminde, Yugoslavya (Güney Slavları demekmiş) adı altında, Slovakya, Hırvatistan, Karadağ ve Sırbistan'la beraber 5 toplum barış ve huzur içinde yaşamışlar. Avrupa'nın da güçlü ülkelerinden biriymişler tabiki. Daha sonra Tito'nun ölümünden sonra, özellikle zengin olan Hırvatistan'ın ayrılmak istemesi, ihtiras sahibi Sırbistan'ın işgalci ve soykırımcı tutumları sonucu acı dolu savaş yılları yaşanmış bu topraklarda..

Farklı etnik kökenler, farklı dinler, kralcısı, komunisti, faşisti, batıcısı doğucusu derken buralar birbirine girmiş. (Düşünüyorumda, bu ufacık ülkeler bile dağılırken bu kadar kan akıtabiliyorsa, SSCB de kanlı bir şekilde dağılsaydı neler olurdu tahmin bile edemiyoruz)

Tabi savaşın sebeplerini sayarken Sırp'ları ayrı bir yere koymak lazım. Hırvatistan'a da saldırmışlar tabi ama Bosna Hersek'e çok büyük acılar yaşatmışlar. 300,000 'den fazla insanın Sırplar tarafından öldürüldüğü tahmin ediliyor. Ve yer yer toplu olarak bu işlerin yapılması, hatta katliamların olması ve devlet politikası olarak bunların planlanması bunun ismini de soykırım yapıyor doğal olarak. Özür dilemiş sanırım Sırplar ama yaşananları nasıl silecekler bilinmez..



Yaklaşık dört yıl boyunca kuşatma altında kalınca Saray Bosna, şehrin her yerinde bu savaşın izini görebiliyorsunuz. Nerdeyse her binada onlarca kurşun delikleri var. Kimisi sıva yapmış kapatmış, kimisi (bilerek) kapatmamış. 4 yıl boyunca insanların burda bu şekilde ölüm korkusuyla yaşamasını biraz olsun hissedebiliyoruz..

Şu anki durum ise iyi. Halk çok iç içe geçmiş. Kilise, Sinagog ve Camii'leri yanyana görmek gayet mümkün. Halk da iç içe yaşıyor yer yer, tabi ki her grup belli bölgelere çekilmiş durumda. Her an kıvılcım patlayabilir belki ama insanlar yaşananlardan biraz ders almış gibiler.

Bosna'lı rehberimize "nasıl hala Sırplarla bir arada yaşayabiliyorsunuz" diye sorduğumuzda, "nefret etmiyoruz ve kin duymuyoruz" diyor, ama hemen arkasından da ekliyor "ama unutmuyoruz da"


Bosna'ya gidip Savaştan bahsetmemek mümkün değil, o yüzden biraz bahsedip içinizi kararttım belki kusura bakmayın. Bosna'da savaşı bir kenara bırakırsak, birçok başka güzellikler olduğunu da görebiliriz. Bosna dendimi benim aklıma hep Boşnak Böreği gelir mesela eskilerden beri. Hemen tabi tadına baktık..Burek diyorlar Bosna'da.. Bizim böreklerin biraz daha yağlı versiyonu diyebiliriz. Ama tadı güzel, eğer çok yağlı gelirse üzerine ayran döküp yiyebilirsiniz (genelde o şekilde yiyorlar zaten), daha güzel oluyor. Peynirli, kıymalı, patatesli, kabaklı gibi envai çeşidi bulunabiliyor.


Bunun dışında Sarajevo küçük bir şehir. Nehir boyunca uzanıyor ve merkezine Başçarşı deniyor. Burada yürüyerek çok güzel restoranlar, cafeler ve alışveriş yerleri bulabilirsiniz. Bolca Osmanlı eseri görmek mümkün. Yürümesi zevkli yerler sonuçta..

Osmanlı eseri ve Bosna denince akla tabi Mostar ve Mostar köprüsü geliyor. Yine Sırpların savaş sırasında utanmadan bombaladıkları, ama sonradan yeniden restore edilen tarihi köprü. Mimar Sinan'ın öğrencisi Mimar Hayrettin'in yaptığı tarihi köprü. Buralara gelip de bu köprüyü gezmeden, önünde foto çekilmeden olmaz diyerekten biz de her turist gibi fotoğraflarımızı çektik.

Most bu arada Rusça'da köprü demek. Zaten slav dilleri de Rusça'ya benziyor. Bu açıdan Mostar ismi, Osmanlı döneminden değil daha sonralardan geliyordur diye tahmin ediyorum.



Mostar'ın dar ara sokakları da ayrı bir güzel. Tarih kokuyor. Çok güzel restoranlar, hediyelik eşyacılar felan filan da mevcut. Bu dar ve otantik sokak olayı zaten gezimizin diğer ayakları olan Hırvatistan ve Karadağ'da zirve yapıyor, kendimizi ortaçağda gibi hissettik sık sık.


Bosna'da böyle geçti işte.. Burdan sonra otobüsle Hırvatistan'a doğru yola çıktık...

Rusya Gezisi

Uzun yıllar sonra Rusya’ya tekrar yolumuz düştü geçen haftalarda. Tabii doğal olarak duygusal anlar yaşadık, çabucak geçen o yıllar bizi yaşlatırken zamanında yıllarımızı geçirdiğimiz bu ülke aynı şekilde bıraktığımız gibi duruyor. Bu işler böyledir, yıllarınızı geçirdiğiniz bir yere uzun bir aradan sonra geri dönünce insan bir garip oluyor.

Biraz olaylı başladı gezimiz. Önce havaalanında pasaportumdaki küçük bir lekeden dolayı 1-2 saat Rus Polisiyle muhattap olduk, neyseki geçmiş tecrübelerimiz sayesinde soğukkanlılıkla hallettik sorunu.. Daha sonra Moskova trafiğinde geçirdiğimiz 3-4 saatten sonra ancak şantiyemize varabildik.



Vodkasıyla, kızlarıyla ve gece hayatıyla hatırladığımız Moskova bizi polisiyle, kuru soğuğuyla, trafiğiyle ve kasvetiyle karşılamış oldu. Moskova gerçeğini de hatırlamış olduk böylece.

Moskova’nın biraz dışarısındaydı şantiyemiz, Şantiye dediysek işte çelik, kaplama, hafriyat, beton, demir felan filan.. Her zamanki şeyler..

Gezimiz kısa olunca da şantiye-hotel arası gidip gelmiş olduk. Ama yine de insan geçmişi hatırlıyor.. Uzun süredir konuşulmayan Rusça kelimeleri duydukça hatırlamak zor olmadı. Soğuk var tabiki, Kasım’ın başında olmamıza rağmen ve hava hala eksi olmamış olmasına rağmen soğuğu kemiklerimizde hissediyoruz.. Havada ilerleyen aylarda gelecek olan o soğuk kışı görebiliyoruz ve burda kalacakalar için kola gelsin diyoruz. Hatırladım tabi o eski günlerimi ve hatırlamak bile beni üşütmeye yetti.. brr..


Ne üşürdüm Moskova’da.. Hele bir yıl, sanırım 2006-2007 kışıydı, ben daha öyle bir soğuk görmedim, ne soğuk olmuştu.. Eksi 45 dereceleri hatırlıyorum. İşçilerimizin parmakları donuyordu sürekli. Sahada döktüğümüz beton donuyordu. (inşaatçılar için bilgi: beton pirizini alır, donmaz.. eğer donarsa kimyasal reaksiyon olmamış demektir, o beton kırılıp tekrar yapılır) İş makinalarımız donuyordu. Benim o dönemki arabamın benzin kapağı donmuştu hatırlıyorum, her benzinliğe girişimde, benzincinin şaşkın bakışları arasında, bagajı açıp bagajın iç kısmından uzanıp benzin kapağını açmaya çalışıyordum..

Şantiye misafirperverliğine uygun olarak şantiye personeliyle iki tekimizi de atma ritüelini de ayrıca yerine getirdik tabiki.. Eski dost Ruski Standart tabiki.. Eski dost diyorum ama ben çok da sevmezdim, zaten içkiyle de pek aram yoktur.. Maksat adet yerini bulsun işte..



Konuyu dağıtmayalım, şantiyedeki işlerimizi çabuk çabuk halledip hemen geri dönelim dedik. Ama bu seferde İstanbul’daki sis dönüş yolculuğumuza komplosunu kurmuş. Rötarlar felan derken yaklaşık bir 12 saatlik sürecin sonunda Ankara'daki evimize varmış olduk.

15 Kasım 2010 Pazartesi

Pootie Tang


Bugün size bir film tavsiyesi yapmak istiyorum.. Pootie Tang.. 2001 yapımı bu film, izleyebileceğiniz en salak filmlerden biri diyebilirim.. Zenci absürd komedi filmi diye kategorize edebiliriz bu filmi. İnanılmaz saçma dialogların geçtiği, senaryosunun hangi kafayla yazıldığını çok merak ettiğim ve izleyenlere eğlenceli 2 saat geçirtebilecek bu filmi yıllar önce izlemiş olmama rağmen hala ara ara aklıma gelir ve gülerim.. Özellikle de karakterlerine ve dialoglarına.
Bir şekilde bulun ve izleyin derim, çok eğleneceksiniz..

Alın size filmden bir dialog.. Chris Rock arkadaşıyla Biggie Shorty'nin (aşağıdaki fotoda kendisini görebilirsiniz) partisine girer ve biraz salak olan arkadaşına bu partiye girmenin ne kadar zor olduğunu anlatır, daha doğrusu anlatmaya çalışır.. Biraz zenci aksaanıyla okumaya çalışırsanız daha komik olacaktır ;

- Yo, man, a Biggie Shorty party is exclusive, man.
They don't let nobody in a Biggie Shorty Party
They got a line around the block.
Ain't nobody in, man.
You know what? Nobody we know can get in this party, man.
They don't let no light in.
They don't let no electricity in.
They don't let no water in.
They don't let no air in.
Air is going, "Man, I'm air.
I'm on the list. Let me in."
And they won't let air in.
And you know air gets in everywhere.
That's how exclusive a Biggie Shorty party is.

- You know what else?
It's hard to get in too.

- I hate you!




Bu da filmin fragmanı :

10 Kasım 2010 Çarşamba

New York'ta Beş Minare


Quentin Tarantino, Emir Kustarica, Guy Ritchie, David Lynch, Stanley Kurbik, Ferzan Özpetek ve Çağan Irmak.. Bunlar benim favori yönetmenlerim, bu adamların çektikleri filmlere gözüm kapalı giderim.. Bu listeye bugün itibariyle artık Mahsun Kırmızıgül’ü de ekliyorum..

Daha önce de yazmıştım.. Mahsun, Türkü söyleyerek resmen yıllarını boşa harcamış. Eğer sinema işine 10 yıl erken girmiş olsaydı bugün Oscar için yarışan filmler yapıyor olabilirdi.. New York’ta beş minare çok iyi bir film olmasının ötesinde Mahsun’un neler yapabileceğini göstermesi açısından çok önemli.. Adamın kafasında o kadar çok fikir ve düşünce varki, filme sığdıramadığını hissediyorsunuz. İlerleyen filmlerinde, düşüncelerinin daha da oturmasıyla çok daha kült filmler çıkartacaktır.


Spoiler vermeden kısa kısa filmden bahsetmek gerekirse;

Film eksik yönleri olmakla beraber, genel olarak çok iyi. 10 üzerinden 9 alır benden.

Görüntüler çok profesyonel. Bir Hollywood filmi izliyormuşsunuz hissini uyandırıyor. Türk yapımı gibi değil. Zaten görüntü yönetmeni yabancı, muhtemelen Hollywood’dan biri. Ve harcanan paranın (10m usd harcanmış diyorlar) ciddi bir kısmı bu işlere gitmş belli. Çok daha az para harcanarak benzer sahneler çekilebilirdi ama o zaman işte Hollywood standartlarında değil de Türkiye standartlarında olurdu film. Paraya kıyarak, risk de alarak çok doğru yapmış Mahsun.

Filmin hikayesi çok özgün ve sürükleyici. Ama kurguda ve senaryoda yer yer boşluklar var. Bununla birlikte çok hassas konular başarıyla işlenmiş. Daha önceki filmlerinde de hassas konuları işlemişti Mahsun, ve yüzeysel de geçmiyon bu konuları, derinlere inmeye çalışıyor.

Filmdeki din-cemaat ilişkilerini dışardan bakış açısıyla sorguluyor Mahsun. İslam’ın terör olmadığını, terörün islami birşey olamayacağının mesajını da başarıyla veriyor. Ne laik kesimi, ne de cemaatleri yargılıyor, sadece iki tarafı da empati kurmaya çağırıyor Mahsun filminde. Sadece laik-islamcı çatışmasını değil, Amerika-İslami Terör çatışmasını da paralel bir şekilde sorguluyor. Çok da güzel noktalara parmak basıyor. Bu sosyal olguları da Hollywood polisiyesi tadında anlatıyor. Daha ne olsun..


Haluk Bilginer’in oyunculuğu filmi başlı başına izlenir kılan bir başka nokta. Haluk Bilginer değil de başkası oynasaydı, filmin yarısı giderdi. Haluk Bilginer’e ise tek eleştirim, Türkçe’yi Bitlis aksaanıyla konuşuyorsun da, İngilizceyi nasıl o kadar temiz Amerikalı gibi konuşabiliyorsun. Amerika’da Türk’ler öyle mi konuşuyor ? Hollywood’a "benim ingilizcem çok iyidir" mesajı vermek yerine biraz Türk aksaanı yapıp, gramer’i biraz bozsa fena olmazdı...

Filmde eleştirilcek yön yok mu ? çok var. En başta senaryo ve kurgudaki yer yer rahatsız eden bölümler. En aşağıdaki spoiler kısmında bahsediyorum bunlardan.

Bunun dışında rahatsız eden oyunculuklar var. Haluk Bilginer ne kadar iyi oynadıysa, Mahsun ve Mustafa Sandal’da o kadar kötü oynadılar. Mustafa Sandal yüz olarak aslında iyi bir oyuncu yüzüne sahip, hatta kliplerini de zaman zaman film tadında çekerdi eskiden. Neden filmlerde oynatmazlar diye düşünürdüm bende hep, Mahsun da öyle düşünmüş galiba ve muhtemelen de pişman olmuştur. Musti konuşmaya başlayınca batırıyor resmen. Çok zorlama, çok yapmacık. Mahsun’a filmdeki pişmanlığını sorsalar Mustada Sandal diyebilir belkide. Musatafa Sandal ile Engin Altan Düzyatan’ın rolleri değiştirselerdi çok daha iyi olabilirmiş.


Mahsun’un da oyunculuğu kötü ve zorlama olmuş. Filmerinde daha küçük roller alması lazım, bu kadar başrole kendisini koyunca ve iyi oyuncularla da çalışınca sırıtıyor tabi. Haluk Bilginer’in ve Dany Glover’in yanında Mahsun, Guti ve Quaresma’nın yanında oynayan Ekrem Dağ gibi kalıyor.

Kesinlikle Türkçe dublajlı izlemeyin, çok saçma. Biz yanlışlıkla Türkçe dublajlıya girdik, sonra ilk yarı çıkıp yan salondaki orjinal altyazılıda baştan izledik filmi.

Sonuç olarak, beğenirsiniz veya beğenmezsiniz. Filme gidin derim ben. Sinemada gidin, korsan cd’sini almayın. Bu tip filmlerin iyi gişe yapmaları bizlere güzel Türk filmleri olarak geri dönecektir.

Filmi izlemediyseniz henüz yazının burdan sonraki kısmını okumayın, ya da izledikten sonra okuyun, çünkü spoiler içeriyor..


Spoiler ---- Spoiler ----- Spoiler


Filmin en büyük eksikliği içinde aşk olmaması. Filmin hikayesine çok güzel bir aşk serpiştirilebilirmiş. Hatta bu aşkın kökleri taa Bitlis’e, Mahsun’un babasıyla Hacı arasına bile dayandırılabilirmiş.

Film içinde yer yer sürprizler olmasına rağmen genel olarak film beklenildiği gibi gelişiyor, ve sonu tahmin edilebiliyor. Mahsun’un bundan sonraki senaryolarında yaratıcılığını biraz daha zorlaması lazım artık.

Filmde Hacı’nın annesine kavuşma sahnesi insanın gözlerini dolduruyor. Ben duygulandım ne yalan söyliyim. Oyunculuklar zirve yapıyor. Belki tesadüftür bilemem, ama eğer Mahsun Heath Ledger’in oynadığı A Knight’s Tale filmini izlediyse, malesef bu sahne çalıntı. O filmde de yıllar sonra Heath Ledger Babasıyla buluşuyor, ve babasının (Hacı’nın annesinin olduğu gibi) gözleri görmüyor, yani kör. Orda da çocuğundan bahsediyor baba, ve çocuğunun karşısında olduğunu anlayınca yüzüne dokunuyor, ağlaşıyor ve sarılıyorlar. Sahneler çok çok benzer, ve eğer Mahsun bu filmi izlediyse, ordan çalmış bu sahneyi. O filmde çok güzeldir bu arada, tavsiye ederim, ve o filmdeki o kavuşma sahnesi de beni çok etkilemişti.

Hollywood aktörleri (başta Dany Glover) çok iyi oynamışlar ama senaryoda bu karakterler yer yer çok yavan kalmış. Bazı sahneler cok Amerikan vari ve yapmacık olmuş. Yine Dany Glover’ı boğaz manzaralı yerde yemek yemesi, Ayasofya gezmesi hem Türkiye’nin tanıtım hemde dinlerin kardeşliği mesajları verme çabası nedeniyle biraz zorlama durmuş. Ama ben sevdim, iyiki yapmış Mahsun. Sema gösterisi bile izletmişler Dany Glover’a bence iyi de olmuş.


Filmin sonunda Mustafa Sandal’ın Mahsun’a “seninle çalışmak güzeldi” demesi en az 200 tane Amerikan Polisiye filminde geçen bir dialog. Bunu bir de Mustafa Sandal’ın yapmacık oyunculuğu eklenince eğreti durmuş. Oysa bu sahne daha bir Türk usulü olabilirdi.. Mahsun'la Musti'nin filmdeki tanışma sahneleri de aynı şekilde çok klişe.. Bunlar daha güzel olabilirdi.

Fragmanda olan bazı sahneler filmde yok. Mahsun’un Deccal için “bu adam laik devletin düşmanı” dediği kısım ve Hacı’nın Amerika’da bir yerde ingilizce insanlara cehaletten “ignorance” bahsettiği (üst fotoğraftaki sahne) kısımlar filmden çıkarılmış. Öte yandan filmin başında çok da gerekli olmayan Polis Okulu yemin töreni sahnesi, muhtemelen çok para ve zaman harcandığı için çıkarılmaya kıyılamamış. Mahsun’un sahne seçerken harcadığı paraya değil, sahnenin filmin temposuna ve konusuna etkisine bakmalı.
Filmin en büyük eksiklerinden biri de yer yer saçmalıkların olması. İşte bazıları ;

Hiçbir terör örgütüyle bağlantısı olmayan Hacı’nın terör örgütü lideri olduğuna koskoca Polis teşkilatı nasıl inanıyor. Interpol ve FBI bu gaza nasıl geliyor.

Hacı ile karısı nerde nasıl tanışmışlar ? İş ortamında mı ? Barda mı ? Camii de mi ? Yoksa Facebook'ta mı ?

“Dede, Hacı masummuş” deyince dedenin yıllardır biriken intikam ateşinin hemen söndüğüne Mahsun nasıl inanıyor hemen.

Her türlü derin devlet ve örgütsel eylemlerin faillerini Polisin tepesindeki insanlar bilir. Bu bir Türkiye gerçeğidir. Filmde Emniyet Genel Müdürüne yardımcısının bu tip cinayetleri kimin yaptığını bilmiyoruz demesi pek inandırıcı olmamış.

Müdürün imana gelip Hacı’dan özür dilemesi, Fırat’ın gerçek yüzünün birden anlaşılması, gerçek Deccal’in nasıl yakalandığının belli olmaması filmdeki diğer saçmalıklar olmuş.

Sonuç, filme gidin.. Türk sineması her zaman böyle filmler yapmıyor..