img { max-width: 560px; width: expression(this.width > 560 ? 560: true); }

29 Haziran 2009 Pazartesi

Kendi ismini koyan adam : Engin

Yurt dışında şantiyecilik yapmanın, ülke ülke ve şirket şirket gezmenin en güzel yanı yeni yerler ve kültürler görüp, yeni insanlarla tanışmak sanırım... Çok şahsına münasır insan tanıdım, çok ilginç hikayeler duydum ve biriktirdim. Burda da zaman zaman sizlerle paylaşmayı düşünüyorum bunları... Engin’le başlamak istiyorum, kendi ismini koyan insan..


Bu arkadaş, Antep’in bir köyünde dünyaya geldikten sonra kendisine Demow ismi veriliyor ama herhangi bir kimlik felan yok. O şekilde kayıtsız kimliksiz ilkokulu bitiren Demow, ilkokul diploması için kimliğe ihtiyaç duyunca, kendisine kimlik çıkartır. İsim olarak da Engin ve Rıdvan arasında ikileme düşen (evet bildiniz Fenerbahçe taraftarı kendisi) Demow, kaleciliğe olan ilgisinin ağır basması sonucu o dönem Fenerbahçe’nin de kalecisi olan Engin İpek’in ismini alır ve kendisine Engin ismini koyar.

Ev ahalisi uzun yıllarca Demow diye bildikleri çocuklarının yeni ismini pek sallamamışlar anladığım kadarıyla, özellikle ilk başlarda eve gelen veya arayan arkadaşlarına burda “Engin diye biri yok” diye cevaplar verilmiş. Şimdilerde ama alışılmış, evde hala Demow diye hitap edilsede, arayıp Engin’le görüşebilir miyim dediğinizde sizi yadırgamıyorlar.

Düşündüm de acaba benim başıma böyle bir durum gelse ismimi ne koyardım diye.. Hami, Ünal, Tolunay, Kemal, Orhan, Shota veya Jean Marie Paff isimlerinden birini seçerdim sanırım...

28 Haziran 2009 Pazar

Amsterdam Notlari

Bugün blogumda bir ilk gerçekleştiriyorum ve misafir bir yazarın yazısını yayınlıyorum.. Misafirimiz aslında çok da yabancı sayılmaz, kendisi bizim ailenin en yakışıklı ikinci üyesi olan öz kardeşim Zlatan Boratanovic olup, bizler için Amsterdam notlarını kaleme aldı.. (kırmızı renkte olanlar bendeniz Muratanovic'in yorumlarıdır)

Hollanda'nın başkenti Amsterdam, yaklaşık 800.000 nüfusuyla Avrupa'nın en işlek turizm merkezlerinden biri. Bu yaz başında yaptığım Avrupa seyahatinin ilk durağı olan Amsterdam'da geçirdiğim sürede edindiğim izlenimler:

Hollanda'nın resmi dili Flemenkçe olsa da herkes İngilizce biliyor. Buradaki bir Türk arkadaşım, herkesle İngilizce konuşabilirsin, eğer konuştuğun kişi sana boş gözlerle bakıyorsa, o zaman da Türkçe konuşmaya başla, çünkü burada yaşayıp da İngilizce öğrenmeyi başaramayan sadece Türkler olabilir demişti. Hakikaten de Amsterdam'da derdini anlatamayacak kadar İngilizce bilmeyen birine rastlamadım. Ayrıca Flemenkçe'yi dünya üzerinde anadil olarak bilen 25 milyon, toplamda ise 50 milyon kişi olduğunu duymuştum.

Amsterdam'da en çok hoşuma giden şey 7'den 70'e herkes arasında çok yaygın olan bisiklet kültürü. Burada hemen herkes ulaşımını bisikletlerle sağlıyor. Kocaman bisiklet yolları var ve trafikte araba ve tramvaylardan ziyade sağınızdan, solunuzdan geçen bisikletlere dikkat etmenizde fayda var. Abartmayayım ama neredeyse 80'li yaşlarda bisiklet kullanan bir çok yaşlı insan gördüm.

Buradaki insanların hiçbir gösteriş merakı yok. Bizde olsa kimse bu bisikletlere binmeye tenezzül etmez. Üstelik, öyle kaliteli bisikletler filan da değil. Vitesli bisiklete rastlamadım desem yeridir. Bunun sebebi tabi ki hırsızlığa karşı bir tedbir de olabilir ama gerçekten çok ilkel bisikletler kullanıyorlar. Şekil pek umurlarında olmasa bile bisikletleri olabildiğince ergonomik kullandıklarını söyleyebilirim. Genelde eşya taşımak için büyük sepetleri olan, bebekler için de ayrı bölmeler tasarlanmış bisikletler. Hatta bir bisikletin arkasında 4 bebeğin birden taşındığına ve bisikletin buna uygun dizayn edildiğine de şahit oldum. Bir de 2 kişilik bisikletler var ki, bunlarda da çift pedal oluyor. Ayrıca bisikletlerin %95'inde el freni yok. Durmak için pedalı ters çevirmeniz gerekiyor.





Hemen her yere bu bisikletlerle seyahat eden bir toplumun da aslında ayrıca sporla uğraşmasına gerek kalmıyor. Çünkü zaten hemen hepsi her gün birkaç saat spor yapmış oluyor. Bisiklet demişken Amsterdam sokaklarında rastladığım nüdist arkadaşlardan da bahsetmemek olmaz. Malum coffee shop'lardan tutun da gece hayatına kadar pek çok konuda Amsterdam'ın özgürlükler şehri olduğunu söylemek mümkün. Ama yoldan karşıya geçmek üzereyken yanımda duran 3 bisikletliye gözüm takıldı. Çünkü bisikletlerin üzerinde çırılçıplak 3 kişi vardı. Kafamı çevirdiğimde arkadan gelen aynı vaziyette kızlı erkekli yaklaşık 50 bisiklet daha gördüm. Kimi vücudunu boyamış; üstlerine "çıplaklık normaldir" gibi şeyler yazmışlar. Allah onlara da akıl fikir versin. (Amin) Hani bu Avrupa seyahati sırasında çıplaklar kampı da gördüm. Ama şehrin göbeğinde bu genişlik.. Pes doğrusu!

Ulaşım büyük ölçüde bisikletlerle sağlanıyor olsa da özellikle uzun yollar için araba kullananların sayısı da bir hayli fazla. Ama ülke genel olarak zengin olduğu için, gördüğüm arabaların %90'ının Mercedes, BMW, Audi, Porsche veya Ferrari olduğunu söyleyebilirim. Bunun dışında bir de toplu taşıma olayı var ki evlere şenlik. Çünkü istasyonlarda duran otobüs ya da bizdeki metrobüs tipi araçlara istediğiniz kapıdan binebiliyorsunuz. Öğrenciler için ulaşım ücretsiz. Onun dışında bazı aylık kartlar filan var sanırım. Bir de ince uzun bir kart satıyorlar. Bu kartı bindiğinizde bir barkod okuyucuya işletmeniz gerekiyor. Yalnız ilginç olan şu ki, eğer bilet almadan her hangi bir toplu taşıma aracına biner ve hiçbir işlem yapmazsanız, muhtemelen başınıza hiçbir şey gelmez. Çünkü şehir içinde hiçbir denetime rastlamadım. Rivayete göre 30 € cezası varmış ama adamların aklından böyle hinlikler geçmediğinden herkes de paşa paşa biletini barkod okuyucuya okutuyor. Bunun İstanbul'da uygulanabileceğine insan inanamıyor tabi.

Bir de bu ince uzun kart 7.3 €'dan satılıyor ve kısa mesafelerde yanılmıyorsam 7 kere kullanılabiliyor. Bundan yıllar önce burada bir bilet bayisi açan bir Türk, bu kartların sahtelerinden bastırıp 970.000 $'lık satış yaptıktan sonra ancak yakalanabilmiş. Genelde "Avrupa'da yaşayan Türkler" klişesini duymaktan nefret ederim ama gerçekten böyle trajik bir durum var. Avrupalılar, bizi orada yaşayan Türkler'i baz alarak tanıyorsa vay halimize. Bu tatil boyunca gezdiğim 7 Avrupa şehrinde muhtemelen en az Türk'ün olduğu yer Amsterdam'dı ama sonuçta Türk her yerde Türk ve kendini 100 metreden belli ediyor.





Hollanda kızları 1.73'lük boy ortalamasıyla dünyanın en uzun kız topluluğuymuş. Erkeklerin boy ortalamasıysa 1.83 cm. Türk erkeklerinin boy ortalamasının resmi olmayan güvenilir kaynaklara göre 1.69 cm olduğunu düşünürsek ilginç bir durum ortaya çıkıyor. Örneğin benim gibi 1.76 boyunda biri, resimde görüldüğü üzere ayak parmakları ucunda yaklaşık 10 cm yükselmişken bile Hollandalı bir kızın yanında tıfıl kalabiliyor.

Bizde bir ara TV8'de yayınlanan ve Defne Joyfoster'ın sunduğu "Bir İş İçin Lazım" adlı bir program vardı. Sokakta rastgele seçtikleri birine 2 saat içinde zor bir iş yaptırmaya çalışıyorlardı. Bir bölümde, çocuğun birinden 2 saat içinde boyu en az 1.80 olan bir kız bulmasını istemişlerdi. Muhtemelen bu yarışma Amsterdam'da yapılsaydı, istenen kızı bulmak en fazla 30 sn. süreceği için yarışmacıya 1.65'ten kısa bir kızı 2 saat içinde bulmak gibi bir görev verilebilirdi.

Amsterdam'ın en meşhur yerlerinden biri de Red Light Street olsa gerek. Malum, burası en kibar tabiriyle turistik bir genelev. Bir kanalın etrafında U şeklinde bir sokak ve bu ana artere bağlı dar yan sokaklardan oluşan bir bölge. Burada envayi çeşit seks ürünleri satan dükkanlardan tutun da porno sinemalara, canlı seks şovlara, striptiz kulüplere kadar pek çok mekan var. Ama burayı asıl ünlü kılan vitrinlerdeki hayat kadınları (bu tabire de tilt olurum ya neyse). Yani kızlarla aranızda sadece cam var ve burada beğendiğiniz kızın kapısını açarak pazarlık yapabiliyorsunuz. Anlaşan içeri geçiyor, perde kapanıyor. Hayatım boyunca bu işin parayla yapılması kavramından nefret ettiğimden olsa gerek, buradaki kızlar da bende her hangi bir cinsel istek uyandırmadı. Dolayısıyla içeride neler olup bittiği konusunda birşey yazamayacağım. Ama anlatılanlar pek de hoş değil. Yani turistik de olsa sonuçta burası bir kerhane.

Bir turist gözüyle sokakları dolaştım ve dikkatimi çeken şeylerin başında bu sokakta dolaşan insanların %60'ının kadın olması geliyor. Hatta pek çoğunun eşiyle birlikte geziyor olması. Alıcı gözüyle olmasa da gözlemci gözüyle buralarda çalışan belki yüzlerce hayat kadınından pek çoğunun bir hayli çirkin ya da yaşlı olması da dikkat çekici. Tabi arada çok güzel kızlar da var. Amsterdam'da yaşayan bir arkadaşımdan aldığım bilgiye göre, buradaki en güzel hatunun fiyatı 40 €.



Şehrin bir diğer ilginç yanıysa sosyal bilimlerin gençler arasında çok yaygın olması ve bu durumun şehrin yapısına ve yaşam tarzına net biçimde yansıması. Tanıştığım yaklaşık 150 kişinin tamamı psikoloji, sosyoloji, tarih, felsefe ya da sanat tarihi gibi bölümlerde okumuş insanlar. Ne bir mühendise, ne de bir doktora rastlamadım. Duyduğuma göre hükümet sayısal bölümlerde okumayı teşvik eden çalışmalar yürütüyormuş. Hollanda'nın gurur kaynağı 2 önemli şahsiyet de Van Gogh ve Erasmus. Amsterdam'da Van Gogh müzesi de var ama gitmeye zamanım kalmadı. Yukarıdaki resim, aslında Münih'teki Pinakothek Modern'de çekilmiş bir resim ama olsun, yine de çocukken pullarını biriktirdiğim (hakkatten noldu bizim pul koleksiyonları ?) bir ressamın bir tablosuna bu kadar yakından bakabilmek şahane bir duygu.

Öğrenciler, genelde iyi burslar alıyor ve en güzeli gençler, gerçekten genç gibi yaşıyor. Bizdeki gibi kasıntı tipler yok. Ülkenin refahı oldukça iyi. Asgari ücret, öğrendiğime göre 1200 € (yaklaşık 2600 TL). Hizmet sektöründe çalışan pek Hollandalı'ya rastlamak mümkün değil. Genelde bu tür işleri Afrika kökenliler ve Orta Doğulular yapıyor. İşsizlik maaşı da bizdeki asgari ücretin filan çok üstünde. Gelecek kaygısı ya da para biriktirme derdi yok. Şehir merkezindeki evler genel olarak pahalı ancak kiralar uygun. Kira konusunda da şöyle bir sıkıntı var. Bizdeki emlakçılık müessesesi orada yok. Merkezi bir sistemden yürütülüyor ve ev kiralamak isterseniz bu sisteme kaydoluyor ve bazen sıranın size gelmesi için yıllarca bekliyorsunuz. Sıra size geldiğinde de boş durumda olan evler size gezdiriliyor ve fiyatını beğenirseniz, evi tutabiliyorsunuz.

Son olarak güvenlik mevzusundan bahsetmek gerekirse, Amsterdam'ın bende yarattığı izlenim, beklenenin aksine güvenli bir şehir olduğu yönündeydi. En azından merkez bölgesi itibariyle. Çünkü evlerde bizdeki demir parmaklıklar olmamasına rağmen, pek çok giriş katının geceleri dahi pencerelerini açık bıraktıklarını gördüm. Ayrıca, sokak ortasında birinin gelip size çatması pek olası değilmiş gibi geldi bana. Ama yine de özellikle burada yaşayan göçmenlerden dolayı ciddi bir hırsızlık riski olduğu söyleniyor. Turist olarak geziyorsanız, sırt çantanıza mutlaka dikkat edin. Sonuçta burası da büyük bir şehir ve tedbirli olmakta fayda var.

Amsterdam'da dikkatimi çeken bir diğer konu da havanın çoğunlukla yağışlı olması. Gerçi bu duruma Trabzon'dan alışığım ama asıl ilginç olanı saat 23.00'te bile havanın aydınlık olması. Ülke oldukça kuzeyde kaldığı için yazları günler uzun oluyor. Kışları da durum tam tersine tabi. Kışın havanın sabah 9.00'dan sonra aydınlandığı da oluyormuş. Amsterdam'da dikkatimi çeken kültürel bir konu var ki o da çoğu batı ülkesinin aksine burada insanların kucaklaşırken 3 kere öpüşmesi.

Yemek mevzusuna gelince biraz sıkıntılı bir durum var. Çünkü yemekler genelde pahalı. Doyacak bir yemeği 10 liradan aşağı yemeniz pek mümkün değil. En ucuz yemek genelde Burger King ve McDonalds menüleri ki onlar da yaklaşık 13-14 liradan başlıyor. Bizdeki 0.5 litrelik su 1.6 € ile 2.2 € arasında değişen fiyatlarla satılıyor. İstanbul'daki fiyatın yaklaşık 0.2 € olduğunu düşünürsek, su olayı da bir sorun ama insanlar musluktan su içiyor. En meşhur yemekleri patates. Bizdeki elma dilimli patatese benziyor ama değişik sosları var. İnce kıyılmış soğan, ketçap ve mayonezle güzel gidiyor. Genelde popcorn kartonlarına benzer bir kartonda servis ediliyor. Sayıları diğer Avrupa şehirlerine göre az olsa da Amsterdam'da da döner ve lahmacun ağırlıklı Türk restoranları var ama hiçbirinde Türkçe bilen birine rastlamadım. Örneğin Viyana'daki Türk restoranları, tamamen Türk çalışanlar ve Türk müşterilerle dolu. Ancak, Amsterdam'daki döneri hiç mi hiç tavsiye etmem. Tadı çok kötü. Bizim et dönerlere hiç benzemiyor. Yine de Avrupalılar arasında oldukça yaygın bir yeri var. Nüfus az olduğundan mı, yoksa insanlar dışarıda yemeyi tercih etmediklerinden mi bilmiyorum ama genelde restoranlar pek de kalabalık değil.
Bora'cım, yazı için Bohem Dünyam olarak teşekkür ediyoruz, yazılarının devamını da bekliyoruz.. Akilli ol..


27 Haziran 2009 Cumartesi

Michael Jackson - R.I.P.

Sen git Billi Jean diye bir şarkı yap, sonra bununla da yetinme git bu şarkıyı Moonwalk ile süsle... Bir daha böyle bir fenomen zor gelir.. Bizim jenerasyon onunla büyüdüğümüz için şanslıydık belkide..





Bu vesileyle, yıllardan beri yurdum gençliği tarafından “edi bedi bokkey” ya da “tenekeci vokkey” veya “eni veci vokkey” vs diye uydurulan şarkının sözlerini açıklıyım bari, hem millet rahatlasın, hem de kendisi rahat uyusun...



Annie Are You OK?

So, Annie Are You OK?

Are You OK Annie?

Annie Are You OK?

So, Annie Are You OK?

Are You OK Annie?

Annie Are You OK?

So, Annie Are You OK?

Are You OK Annie?

You've Been Hit By

You've Been Hit By -v A Smooth Criminal





Dr. House

Diziler içinde en sevdiğim karakter kesinlikle.. Ukalalık ve gıcıklık bu kadar zekice ve sempatik bir şekilde yapılabilir. Kim yazıyorsa karakteri helal olsun valla..

Tıp zekası, lafı yerine koyan hazır cevaplığı, hastlarla olan ilişkileri de cabası.. Bunların üstüne bir de oynayan adamın oyunculuğu, tipi ve ses tonu da cuk diye oturmuş.. Yani gençken izlesem doktor olmak bile isteyebilirmişim belki..

Öte yandan çokda böyle biri olmak istemem aslında, sonuçta mutsuz bir karakter ama kankalarımın içinde böyle biri olsa hani renkli bi durum olurdu.



Sezon finali oldu geçen gün, umarım uzun süre devam eder dizi. Güzel dizi, bizimkilerde banal diziler yapmayı bırakıp böyle orjinal şeyler yapabilecekler mi merak ediyorum.

25 Haziran 2009 Perşembe

Dubai’de (Dubey) Yaşam

Bir dönem çok sosyetik bir olaydı Dubai’ye gitmek felan hatırlıyorum. Yeni yeni duyuluyordu o zamanlar ismi. Bize de kısa bir dönem yaşamak nasip oldu. Tabii pek sosyetik bir durum değildi bizim şantiyedeki yaşamımız. Ama insanlara Dubai’de çalışıyorum dediğiniz zaman akşam yemeklerimi Burj Al Arab’ta yiyorum gibi algılanıyordu.

Yedi tane emirlikten oluşan (Abu Dhabi-başkent, Al Ain, Ras-el Khaima, Sharjah vs.) Birleşik Arap Emirliklerinin en meşhur emirliği Dubai, Arapların deyişiyle Dubey... Dubai, ismi ilk olarak, 1990’ların sonuna doğru yedi yıldızlı yelken hotelle (Burj Al Arap) duyurdur daha sonra Palmiye Adaları ve Dünyanın en uzun gökdeleni gibi uçuk yapılarla ve projelerle de ününü pekiştirdi.

Bir üstteki resimde gözüken soldaki Palmiye Adası, benim o dönem nacizane çalıştığım proje. (diğer şantiyelerim için bakınız)

Bu üstte gördüğünüz uydu fotoğrafı ise ilk Palmiye Adası olan, Palm Jumeirah. Bir üstteki resimdeki ortadaki ada. Diğerlerine göre küçük kalmış biraz.

20 yılda yaşanan değişim ise inanılmaz. 1990’ların başında balıkçılıktan geçinen bir çöl kasabası gibi olan Dubai, 20 yılda tamamen değişmiştir. Şehire geldiğiniz zaman parayla vizyonun birleşmesinden doğan bu “sanki çölde bir vaha” yapılaşmasına hayran kalmamak elde değil.


İşib güzel yanı ise salt yapılaşma olmaması. Yapılaşmadan çok daha fazlası var aslında yapılan. Sosyal olarak da bu yapılaşmanın altyapısını doldurarak, modern bir Avrupa kenti yaratılıyor aslında. Baktığınız zaman, Dünya standartlarında üniversiteler, sosyal yaşam alanları, her hafta bir etkinlik, uluslararası organizasyonlar gibi sosyal olaylar bir Arap ülkesinde olduğunuzu unutturuyor insana.

Arap Devrimi veya Arap Rönesansı olarak adlandırıyorlar bu hareketlerini Dubai’de, çok da haksız sayılmazlar. Tüm arap dünyasına farklı bir vizyon kazandırdı Dubai’nin son 20 yılda yaptıkları.. Petrolden gelen paraları görmemiş gibi yemenin dışında da birşeyler yapılabileceğini gösterdi Dubai. Başta Bahreyn, Katar ve Umman olmak üzere artık bir çok arap ülkesi kendisine vizyon olarak Dubai’yi seçiyor. Şu anda yaşadığım Libya’da bile insanlar 10 yıl sonra Dubai olacaklarına inanıyorlar. Ha bu Arap ülkeleri adam olur mu ? Bence zor.. Dubai’nin avantajı nüfusun çoğunun yabancı olması.



Yaklaşık 1.5 yıl kaldığım Dubai’de (2003-2004) tek bir Dubai vatandaşı ile tanışmadım. Yerel (Local) diye tabir ettiğimiz bu Dubai vatandaşlarının hepsi ultra zengin doğarlar (rivayete göre bir Dubai’li doğduğu zaman banka hesabına birkaç milyon dolar yatırılır Şeyh tarafından) ve halkın arasına pek karışmazlar. Bunlar lüks villalarda, hotellerde veya yurt dışlarında para yemekle meşguldürler. Büyüdükleri zamanda ya devlet kademesinde görev alırlar yada büyük şirketlere ortak olurlar. Yabancı bir şirket olarak Dubai’de iş yapmanız için yerel bir ortağınızın olması şart. Böylece zaten az olan yerel nüfusun gelir kaynakları sağlama alınmış olur. Bazıları şanslı doğuyor yani.

Nasıl Dubai vatandaşı olurum diye bir soru geliyorsa aklınıza, eğer erkekseniz bu işi unutabilirsiniz, Şeyh Maktoom’un özel iznini almanız gerekir. Eğer bayansanız ama bir şansınız var, Dubai’li birisiyle evlenip 5 çocuk yaparsanız bu hakkı veriyorlar. Bu şehir efsanesi de olabilir, doğruluğunu teyit etmek için araştırmadım.

Bayanlar genelde gayet rahat giyinebilmekle beraber, Araplar daha ziyade aile baskılarından dolayı kapalı giyiniyorlar. Bir alışveriş merkezinde, mini etekli bir rus gördükten hemen sonra gözleri dahi görünmeyen tamamen kapalı bir bayana rastlayabilirsiniz. Özellikle Dubai’li kızlar erkek arkadaşlarıyla buluşmak için diğer emirliklere gidiyorlar. Yurt dışına tatile gittiklerinde ise rahatlıkla bikiniyle denize girebiliyorlarmış. Bu da şehir efsanesi olabilir, gözlerimle görmedim.

Dubai’yi turizm olarak düşünürseniz aslında hiçbir numarası yok.. Lüks Hoteller ve alışveriş merkezlerinden ve belki uçuk bazı binalardan başka birşey yok. Biraz da deniz ve su sporları. Dubai daha çok yaşamak ve iş yapmak için ideal. Güvenli, modern ve sosyal bir şehir olarak modern dünyanın yaşanılacak en ideal şehirlerinden biri. Tabi ben İstanbul’un keşmekeşliğini seviyorum diyorsanız, o zaman Dubai gayet sıkıcı gelebilir, onu da belirtiyim.

Ekonominin gücü sanıldığının aksine Petrol’den değil, Turizm ve Ticaretten geliyor. Bölgenin ticaret başkenti sayılabilir. İnşaat ise ekonominin lokomotifi konumunda, zaten şehir koca bir şantiye görüntüsünde sürekli. Ama duyduğuma göre bu son kriz bayaa bir sekteye uğratmış.

Çoğunluk yabancıdır. Bir Arap ülkesinden çok farklıdır. Devlet memurları genelde Filistin, Mısır gibi ülkelerin vatandaşlarıdır. Taksi şöförü Hintlidir, Lokantanın garsonu Filipinli, İnşaatta çalışan işçi Pakistan’lıdır, İş yapan insanlar Avrupalı. O yüzden, Arapça bilmeden yaşayabilirsiniz, ama İngilizce bilmeden yaşayamazsınız.

O kadar çok Hintli ve Pakistanlı varki, bu ülke vatandaşlarına karşı ciddi yaptırımlar ve buralardan gelen göçleri durdurmak için ciddi önlemler almaya çalışıyorlar. Bu iki ülkenin en sevdiği sporda kriket. Beyzbola benzeyen bir oyun ama tüm gün sürüyor. Dünya kupası finalini de bu iki ülke oynamıştı ben ordayken. Hem iki ülke arasındaki düşmanlıktan dolayı (Kashmir bölgesi yüzünden) hemde bu spora düşkünlüklerinden dolayı ülkedeki tüm Hintli ve Pakistanlılar bu maça kitlenince şehirde hayat durmuştu bir gün.

Bu Pakistan’lılar var Hint’liler aslında Dubai’nin diğer görünmeyen yüzünü oluştururlar. Dubai’nin fakir ve yoksul yüzüdür bu insanlar. Fakir Hint ve Pakistan’lı insanların yaşadığı mahalleler ve bölgeler Dubai’nin görünmeyen gerçeğidir. Bu insanlar o lüks yaşamın insan gücünü oluştururken, kazandıkları birkaç yüz dolardan bir kısmını memleketine göndermek en büyük amaçlarıdır. Biraz duygu sömürüsü gibi gelebilir, ama içlerine biraz girebilirseniz gerçek sefaleti görürsünüz. Kapitalizm ironisi sanırım burda. Bir tarafta zenginlik içinde yaşayan insanlar, hallerinden memnun. Diğer taraftan bir kaç yüz dolar için sefalet çeken insanlar da hallerinden memnun çünkü o birkaç yüz dolar onlar için çok iyi para.

Sinemalarda ara yoktur. Altyazı hem Arapça hem Fransızcadır. İnsanlar sinemade rahatlıkla telefonla konuşabilirler. Sinemaya gelen arapların çoğu filmin sonuna kadar dayanamazlar. Bir de Bollywood filmlerini (Hint Sineması) gösteren sinemalar vardır ki Hint ve Pakistanlı nüfus yoğunluğundan ciddi bir ilgi görürler. Bilindiği gibi Bollywood, Hollywood’dan bile büyük bir sinema endistürisi aslında.

Araplarda büyüklük merakı (kompleksi) vardır, herşeyin en büyüğü en güzeli benim olsun gibi birşey. Yedi yıldızlı Hotel, En uzun gökdelen, en büyük bayrak.. Arabalarına baktığınız zaman bile, dümdüz bir şehirde bile hepsi kocaman jipler kullanıyorlar. Bunu örneklendirerek anlatmak zor, ama bir süre burda yaşarsanız ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız.

12 Ay denize girilebilir. Ocak ayı biraz serin, Şubat Mart ayı ise Muson rüzgarlarının etkisinden dolayı dalgalı olur. Temmuz Ağustos ayları ise aşırı sıcak, Deniz suyu banyo suyu sıcaklığına yaklaşır. Denize girmek için (ve Dubai’ye turistik gitmek için) en ideal mevsim Kasım-Aralık aylarıdır.

Yılda 2-3 defa yağmur yağar. Eskiden hiç yağmazmış. Ama yapılan yoğun yeşillendirme çalışmalarının sonucunda yağış miktarında artma oluyor. Şimdi daha fazla yağış düşüyor olabilir.

Her ağaç ve her canlı (kuşlar felan) Şeyh Maktoom’a aittir. Biz bir defasında şantiye için ağaç kesmemiz gerekmişti bir tane, işçilerden hiçbiri kesmeye yanaşmamıştı.

Ortadoğu’nun en büyük fuhuş merkezidir. Perşembe akşamları, diğer emirliklerden ve arap ülkelerden Dubai’ye akın yaşanır bu konuda. Ülke yönetiminin ciddi rahatsızlığı var bu sorunu çözmek için, belki şu anda azalmış olabilir.

Dubai'de gece hayatına gelecek olursak, genelde hareketli olmakla beraber, Arap nüfusun kalabalıklığından dolayı pek cezbedici olamıyor. Her yer Arap delikanlılarla dolu yani, biraz kıroca bir durum. Hani ben gecelere akarım, çapkınlık yaparım diye bir düşünceniz varsa size bol şans. Onun yerine, değişik yerler görmek gibi bir amacınız varsa daha tatmin edici olabilir. Örneğin, Afrikalı’ların takıldığı, Afrika tamtamlarıyla müzik yapan bir zenci barı ilginç bir deneyim olabilir. Yok sakin sakin demlencem ben diyorsanız, İngilizlerin takıldığı Publar idealdir.


Körfez ülkeleri Birliği (GCC-Gulf Countries Committe) ülkelerine (Katar, Umman vs) vizesiz girip çıkabilirsiniz.

Arabalar çok lükstür (bizim şantiye arabası pis diye bir kaç defa polisle problem yaşamıştık hatta), yollar çok temizdir. Yollarda çok nadir polis görürsünüz ama olası bir kaza durumunda (çok süratli kullandıkları için çok kaza olur) hemen ekipler gelir, raporlar tutulur ve ortalık temizlenir. Her kavşakda kameralar vardır, trafik sürekli kontrol altındadır.



Trafiğin en büyük problemi aşırı sürat. Arabalar son model, yollarda cillop gibi olunca trafik yer yer formula 1 pistine dönebiliyor. Bunu engellemek için ağır cezalar uygulamaya çalışıyorlar. Her yere kameralı hız kontrol sistemi kuruyorlar (hız sınırını geçerseniz fotoğrafıyla belgeliyorlar).



Türk ehliyetiniz varsa, Dubai ehliyeti almanız çok kolaydır. Trafik müdürlüğüne gidiyorsunuz, Türk ehliyetininiz çevirisiyle, fotoğrafınızı çekiyorlar ve 5 dakika sonra bir Dubai ehliyeti sahibi oluyorsunuz. Eğer bir Hintli olsaydınız bir yıl sürebilir ehliyet almanız.

Şehir güvenlidir. Hırsızlık gibi adi suçları pek duymadım. Dubai’de kaldığımız sitede (Gardens) bir kaç mühendis bir arabayı kullanıyorduk, ve arabanın kapısını açık bırakıp, anahtarı da torpidoya bıraktığımızı hatırlıyorum. Böylece ihtiyacı olan mühendis arkadaş gelip arabayı alabiliyordu. Arabanın çalınması gibi bir ihtimal yoktu. Bu çok önemli birşey, bu güvenliği Dünya’nın hiçbir metropolünde bulamazsınız.


Dubai’de yaşamı tavsiye eder misin diye bir sorunuz varsa, bekarsanız pek tavsiye etmem derim. Sıkıcı olabilir. Ama evliyseniz, ve de uygun bir geliriniz varsa tavsiye edebilirim. Sosyal yaşamı, güvenliği, modernliği ve iş dünyasının canlı olması huzurlu bir yaşam arayanlar için ideal bir yer yapıyor Dubai’yi. İstanbul gibi bir şehri seviyorsanız ama, sıkıcıdır, pek tavsiye etmem.

2004 yılının Mart Ayıydı Dubai’den ayrıldığımda.. 5 yıldan fazla olmuş yani. Dubai’nin değişim hızı da düşünüldüğünde, belki de yukarda anlattıklarım ve gözlemlerim çoktan geçerliliğini yitirmiş şeyler olabilir.. Bunu da belirtiyimde, yanlış anlama olmasın.



Burj Al Arap hakkında küçük bir not bu arada. Deniz tarafından bakıldığında üst kattaki yatay Lokanta nedeniyle "haç" şeklinde görünüyor. Bu da mimarın Dubai'ye bir kazığı diyorlar.

23 Haziran 2009 Salı

To do List..

Hayatı planlı programlı yaşamak lazım aslında.. Buyrun benim programım.. Önce Kısa Vadede Yapılacaklar :

1. Türkiye’ye dönülecek (Hatta mümkünse İzmir’e yerleşilecek)
2. Yerleşik hayata geçilecek
3. Türkiye’ye dönmeden once Avustralyaö Brezilya ve İspanya görülecek
4. Yurt Dışı Şantiyeciliği Bırakılacak (Hatta Mümkünse şantiyecilik tümden bırakılacak)
5. Şantiyecilik bırakılınca 6 ay ara verilcek, mümkünse çalışılmıycak
6. Eve plazma TV ve HD Digitürk alıncak
7. Cumartesi pazarı tatil olan bir iş buluncak
8. Kilo verilecek
9. Düzenli spor yapılacak
10. Uzak kalınan akraba ve arkadaşlarla ilişkiler düzenlencek
11. Trabzonspor’un şampiyonluk kutlamalarına katılınacak
12. Trabzonspor’un yeni formaları alınacak
13. Edebiyata, sinemaya, spora, sanata ve sepete zaman ayrılacak..
14. Latin dansları, yoga (plates) gibi entel dantel işlerle uğraşılacak (opsiyonel)




ve Uzun Vadede Yapılacaklar

1- 10 milyon Dolar biriktirilip Trabzonspor’un başkanı olunacak. Ersun Yanal’la 5 yıllık sözleşme imzalanacak.
2- İzmir Kordon’da Hamsi yemekleri ve Latin müzikleri üzerine bir mekan açılacak..


16 Haziran 2009 Salı

Yılın Transferi Özer

Mehmet Topuz veya yapılacak diğer transferlerden çok daha önemli bir transfer yaptı Fenerbahçe Özer’i alarak.. Sezonun değerlendirmesini yaptığım yazıda da değinmiştim Özer’i alan yılın transferini yapmış olur diye. Eğer İstanbul bozmazsa veya ciddi sakatlıklar yaşamazsa çok büyük çıkış yakalar milli takımda da yerini alır..



Küçük bir anektot, aslında bilinen birşey, Özer Trabzon’lu ve koyu bir Trabzonspor’lu.. Dayısıda bizim eski topçulardan Lemi the “Başbakan” Çelik.

Şimdi ilk “aferin” bizim yönetime gelsin istiyorum.. Saçma sapan bir hoca krizini yönetemeyerek bir çuval inciri berbat etme noktasına gelen yönetim, bu güzelim futbolcunun Fener’e gitmesine seyirci kaldı..

İkinci “aferin” de bizim Lemi’ye gelsin.. Yıllarca Trabzonspor’un ekmeğini yedin, bugün bile hala Trabzonspor’dan nemalanmaya çalışıyorsun tamam yeğenini de iyi paraya Fenerbahçe’ye gönderdin hem yeğenin hem sen kazandın.. Ama TV’ye çıkıp Fenerbahçe yalakalığı yapmak niye ? Senin gibiler Trabzonspor’umdan uzak olsun başka birşey istemem.




Özer’e de yani takımında başarılar...

14 Haziran 2009 Pazar

Endonezya Tatili Part 3 - Gili Trawangan

Biliyorum baydı artık Bali tatili muhabbeti... Bu son kısmı da yazıp bitiriyorum.. Tatilin Bali kısmından sonra önce 15 dakikalık bir uçak yolculuğuyla Lombok’a (botla da gidilebiliyor, zaten Lombok’tan Bali gözüküyor) ordan da botla Gili Trawangan adasına (aşağıdaki resimdeki ada) geçtik.. Sanırım tatilin en güzel kısmı da bu Gili Trawangan’daki kısmıydı..




Lombok adası bugün Bali kadar duyulmuş olmasada yatırımlar yapılıyor ve yakın gelecekte ismi Bali ile beraber anılmaya başlayacaktır. Bu Lombok adasının hemen yanında üç tane küçük Gili adaları var. Sırasıyla Gili Air, Gili Mena ve Gili Trawangan. Bu adaların hepsi etrafları yürüyerek 2 saatte gezilebilen, içlerinde araba bulunmayan, medeniyetten uzak güzel tatil adacıkları. Bunların en meşhurları Gili Trawangan. Aslında diğer ikisinde pek birşey yok.

Gili Trawangan söylediğim gibi küçük bir ada. Ulaşım bisikletle veya at arabalarıyla sağlanıyor ama ulaşılacak bir yerde pek yok, her yer yürüme mesafesinde. Bana bizdeki Olimpos’u anımsattı biraz. Medeniyetten uzak oluşu, insanların salaşlığı ve doğallığı benziyor. İnsan profili olarak da bizim Olimpos’taki insan profilinin daha çok Avrupa’lı ve Avustralya’lı muhadilleri diyebiliriz.. Bohem Bohem tipler var yani.. Yerel halk az olmakla beraber onların da çoğu kendilerini Bob Marley zannediyorlar, tüm gün ot çekip satranç oynuyorlar.





Güzel oteller bulunmakla beraber, pek lüks oldukları söylenemez. Hani lüks otel beklentiniz varsa pek size göre bir yer diyemem. Ama bir kaç tane dışardan bakınca lüks gözüken yerler var. Güzel restoranlar da mevcut. Her gün farklı bir yerde yedik ve hepsinden ayrı keyif aldım diyebilirim. Yani bu yemek kötü diyebileceğim bir yemek görmedim. Özellikle balık ağırlıklı yemekler olmakla beraber, değişik şeyler de var.

Doğa olarak da nefis güzellikteki plajları, SCUBA dalış yerleri (ki çok güzel bunlar, küçük köpek balıklarından deniz kaplumbağalarına kadar bir çok balık görebilirsiniz.) ve surf var.. Akşamları ise partiler, publar ve canlı reggea müzikleriyle eğlenebilirsinz. Bunlardan keyif almıyorsanız sıkılmanız garanti.. Çünkü başka bir şey yok.


Ayrıca gel gitler (21 haziran’a yakın bir tarihte giderseniz bu gelgitlerin farkı en fazla olduğu dönemi yakalamış olursunuz), gün doğumları ve gün batımları da adanın diğer keyifli anları..
Bu arada çok satılık arsa var, ama satın almak için yerel biriyle evlenmeniz lazım.. (bunun da tek istisnası 55 yaşın üzerindeki Hollanda’lılar.. Bunlar emeklilik vizesi alıp, arsa alıp buraya yerleşebiliyorlar. Özellikle Lombok’ta bir kaç tane Hollanda’lı köyü mevcutmuş) Ama ben söylim ilerde değerlenir buralar, alırsanız ilerde torunlar çok dua eder size..
Bir de Magic Mushroom diye bir içkileri var. Hani gidilmişken içilebilir tabi de, içinde ne olduğunu bilmediğiniz şeyleri içmeyin derim ben yinede..







Neyse, Endonezya’da bitti.. Aradan çıkartmış ve arşivdeki yerine koymuş olduk.. Sırada bakalım neresi var..

Tugay Kerimoğlu - Son Ön Libero

Rivayete göre seneler önce Trabzonspor’un altyapısında oynarken Özkan Sümer “Bundan futbolcu olmaz, çok zayıf” diyerek göndermiş. Özkan Sümer’in futbolcu keşfetme yetenekleri henüz tam gelişmemiş demek o yıllarda. Babası da kolundan tutup götürmüş Galatasaray’a vermiş. 30 yaşına gelip Avrupa’ya gidene kadarda kalburüstü bir oyuncu olarak bilindi hep, ama kimse ondaki potansiyelin gerçek boyutunu göremedi. Önce İskoçya ardından da Premier Ligin yolunu tutarak çok da doğru bir karar vermiş ve unutulmayacak bir kariyer yaptı. Türkiye'de kalsa sonu Hasan Şaş gibi olurdu muhtemelen.



Trabzon’lu oluşundan mıdır, yoksa futbolu zekasıyla oynamasından mıdır bilmem benim hep çok sevdiğim bir futbolcuydu.. Küçükken hep Trabzonspor’da oynamasını isterdim. Kendine has yeteneği, oyun tarzı, Türkiye’de çok az futbolcuda rastlanan oyun zekası, düzenli ve disiplinli yaşamıyla Türk Futbolcusundan hep 2 gömlek yukardaydı aslında.

Son gerçek ön-liberoydu aslında.. Tekniği olan, hücuma katkıda bulunabilen, oyunu okuyup geriden oyunu kurarak yönlendirebilen, öldürücü paslar atabilen son gerçek ön-libero. Tugay’dan sonra ön-liberoların en önemli özellikleri “kazma” olmaları oldu.. Futbolu sadece tek yönlü oynaya(bile)n, rakibin yaratıcı orta sahalarını sert futbollarıyla bezdirmekten başka görevi olmayan ön-liberolar.. Sonra 2 ön liberolu 3 ön liberolu sistemler çıktı ve futbol izlemek eziyet halini almaya başladı.. Tugay’dan sonra gerçek bir ön libero göremedik hala..



Nihat’la beraber tartışmasız en başarılı Lejyonerimiz.

Ayrıca Formula 1 gösteri maçında 61 numaralı formayı giymesi de çok güzeldi..

Ve hepsinden önemlisi veda ederken İngiliz taraftarının kendisine gösterdiği ilgi ve sevgi.. Çok güzel görüntülerdi. Saygıyı fazlasıyla hakediyor..

Şimdilerde Trabzonspor’a getirmeye çalışıyor Sadri Başkan, en son Eriksson’a yardımcı olarak önerildi olmadı ama Sadri Başkanın kafasında var sanırım Tugay’ı Trabzonspor’a kazandırmak.. Hayırlısı diyelim.. Belki Trabzon’daki gençlere nasıl ön libero oynanır konusunda birşeyler öğretebilir ve bizlerde Hüseyin Çimşir’ler izlemek zorunda kalmayız bir daha..

13 Haziran 2009 Cumartesi

Endonezya Tatili Part 2 - Bali Maskeleri ve Heykelcikleri

Özellikle Bali'de her yer heykelcik, her yer maske, heryer Budha.. Aralarında ilginç şeyler de var, Türkiye'ye getirilip iş yapılabilir bile..

Buyrun "Yeter artık bu kadar Heykelcik" konulu fotoğraf sergim :